nedensaldiriyorlar1
BU YAZI DİZİSİ ALINTI YAPILARAK ÜÇ AYRI BÖLÜMDEN OLUŞMUŞTUR. "NEDEN SALDIRIYORLAR" SORUSUNU DAHA İYİ ANLAMAK İÇİN ÖNCE SİYONİST HAREKETİ SONRA TÜRKİYEDEKİ VESAYET REJİMİNİ VE BU REJİM İLE BİRLİKTE TÜRKİYENİN NERELERE GETİRİLDİĞİNİ BİLMEK GEREKİR DİYE DÜŞÜNÜYORUM. BUYURUN BİRLİKTE OKUYALIM... 1.bölüm |
Emperyalizmin Ortadoğu’daki jandarması olarak görev yapan Siyonist İsrail devletinin kuruluşu yıllardır Arap dünyasında “Büyük Felaket” adıyla anılır… Doğrusu bu, çok da haksız bir adlandırma değildir; çünkü bu tarihten sonra bölgenin halkları bir gün olsun huzur görmemişler, sürekli bir biçimde Siyonist işgalcilerle çatışmak zorunda kalmışlardır. 1897 yılı bu bakımdan anahtar gelişmelerin tanığıdır. Kapitalizmle birlikte kazandıkları gücü sistematikleştirmek için bir devlete ihtiyaç duyan Yahudi burjuvazisi, Theodor Herzl öncülüğünde 1897 yılında Basel’de toplanan Sion kongresinde Siyonist hareketin temellerini atmıştır. Baştan itibaren dini motifler üzerinde şekillenen Siyonizm ise Yahudi kutsal metinlerinde “vaat edilmiş topraklar” olarak belirtilen Filistin başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasına gözünü dikmişti., Daha sonra Siyonist hareket, İngiliz emperyalizminin yardımıyla Filistin’deki Yahudi nüfusunu hızla artırmış, 1920’lere gelindiğinde bu nüfus 100.000’e, 1939’a gelindiğinde ise toplam 1,5 milyon olan Filistin nüfusunun 445 binine ulaşmıştı. 1947 yılına gelindiğinde ise Filistin’de 630 bin Yahudi ve 1 milyon 300 bin Filistinli vardı. Siyonizm 2. Paylaşım Savaşı öncesinde, bu yöndeki çabalarını hızlandırmıştı. Osmanlının dağılmasının ardından İngiliz egemenliğine geçen Filistin topraklarındaki Yahudi nüfusu, para, entrika, rüşvet, ve bunların yetmediği noktada açıkça terörist faaliyetlerle Arapların dörtte biri kadar olmuştu. I. Paylaşım Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da güç olan İngiltere, Filistin’de İsrail nüfusunun artması için yoğun çaba harcadı. Ortadoğu’da sömürgeci bölgenin yeni efendileri tarafından yeni düzenlemeler yapıldı. Bağdat, Irak adlı bir devlete dönüştürüldü ve İngiliz egemenliğine bırakıldı. Suriye’nin tarihsel bir parçası olan Beyrut ve çevresi ise Lübnan adıyla ayrı bir devlete dönüştürüldü. Ürdün nehrinin doğu tarafında ise Transjordan (Ürdünö tesi) adlı bir devlet kuruldu. Daha sonradan sadece Ürdün olarak anılmaya başlandı. Yani bütün sınırlar cetvelle çizilmişti. II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra ise İngiltere yaşadığı yıkımdan dolayı Ortadoğu’daki sömürgecilik vazifesini artık ABD emperyalizmine bırakmak zorunda kalmıştır. Ayrıca İngiltere Filistin’deki Manda yönetimini Birleşmiş Milletler’e, yani aslında savaştan güç olarak çıkmış tek ülkeye yani Amerika’ya devretmişti. BM Genel Kurulu da 29 Kasım 1947 tarihinde Filistin topraklarında iki devlet kurulmasına karar vererek (Filistin-İsrail) toprakları ikiye böldü. 1 yıl sonra da İsrail devleti 24 Mayıs 1948’de kuruldu. Neticede Ortadoğu’da Amerikan’ın bekçiliğini yapacak kesinlikle ona sadık kalacak bir ülkeye ihtiyaç vardı ve o da oldu. Aynı kararla kurulması kararlaştırılan Filistin Devleti iseFilistin halkının üzerinde estirilen kesintisiz terör, baskı ve katliamlarla halen kağıt üzerinde kalmaya devam etmektedir. Türkiye İsrail’i Tanıyor: Türkiye İsrail’i tanıyan 31. ülke olmuştur. Dönemin hükümeti CHP’dir. Aynı zamanda Türkiye İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olma özelliğini taşımaktadır. 4 Temmuz 1950’de Modus Vivendi Ticaret antlaşması ile Türkiye-İsrail arasında ilk resmi diplomatik ilişki başlamış oldu. Bu durum, İsrail’in bölgedeki yalnızlığının kırılması açısından çok önemli bir olguydu. İsrail bölgede kendisini garantiye almak için Arap olmayan ulus ve devletlerle de açık ya da gizli ilişkiler geliştirmeyi hep önemsemiştir. Arap olmayan İran Şah’ıyla kurulan ilişkiler de bu bakımdan önemli olmuştur. Bırakalım Ortadoğu coğrafyasını, dünyanın ABD dışındaki tüm ülkelerinin mesafeli bir ilişki sürdürdüğü, Müslüman halkların ise nefretini kazanan bu ülke ile böylesine sıkı ilişkilerin nedeni ve kaynağı neydi diye sorguladığımızda karşımızda bir anlamıyla bölge gericiliğinin de tarihi çıkmış olur. Çünkü söz konusu olan salt gerici iki ülkenin ittifakı değil, Ortadoğu coğrafyasındaki her tür ilerici gelişmenin başını ezmeyi birinci görev bellemiş emperyalizmin sistematik ağının öyküsüydü. Şah döneminin İran’ının da dahil olduğu bu ağ, bölgedeki sınıf ve ulusların kurtuluş mücadelelerinin seyrine göre dönem dönem sıkılaşıp, dönem dönem gevşemiştir. ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik geliştirdiği BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adı altındaki saldırı dalgası sürecin doğası gereği yeniden en sıkı süreçlerinden birini (gerçekleşen İslami Devrimden dolayı İran’sız) yaşamaktadır. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler 1950’lerin ikinci yarısında stratejik bir görünüm almaya başladı. İki ülke ABD tarafından dayatılan politikaların sonucunda gayrıresmi olarak Sovyetlere karşı bir ittifakın parçası olmuşlardı. Türkiye ile İsrail arasındaki ilk kriz, 1956 yılında Süveyş Kanalının Mısır tarafından ulusallaştırılması sonucunda İsrail, İngiltere ve Fransa’nın kanal bölgesini işgal etmesiyle başladı. Türkiye bir yandan İsrail’in BM’nin 1947’de kabul ettiği sınırlarına çekilmesi yönünde görüş bildirirken diğer yandan da “Araplarla yakınlaşmanın ikili ilişkilere zarar vermeyeceği” yolunda İsrail’e güvence veriyordu. Sonraki süreçte de Ortadoğu, dünya ve Türkiye kamuoyunun etkisiyle İsrail’e karşı yapılan her hamle, benzer bir gizli “gönül alma” ile tamamlanacaktı. Yine 1956 krizi sırasında Tel Aviv büyükelçisi geri çağrıldığında Türkiye’ye dönmeden önce İsrail Dışişleri Bakanlığını ziyaret eden büyükelçi Şevkati Bey, kararın “İsrail’e karşı olmayıp taktik bir tavır olduğunu” resmen iletmişti. ABD’nin Türkiye’ye İsrail ile ilişkilerini geliştirmesine yönelik baskılarının sonucunda 1957 yılında MOSSAD’ın Ortadoğu Bölüm Başkanı Eliahu Sasson Ankara’ya büyükelçi olarak atandı. Dönemin Demokrat partili Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu ile Eliahu Sason arasındaki görüşmelerle MOSSAD ile Türk istihbaratı arasındaki ilişkinin temeli atılıyordu. Türk tarafının bütün bu ilişkilerinin gizli olması isteği İsrail tarafından kabul gördü ve koordinasyon başladı. 1957 yılında dönemin Türkiye Başbakanı olan Adnan Menderes Türkiye’de Ajan/Elçilik görevini yürüten Eliahu Sason ile bizzat görüşüp iki ülkenin istihbarat ilişkilerinin geliştirilmesine dair karar aldılar. 7 ay sonra Ankara’da Milli Amele Hizmet Teşkilatı (MAH) başkanı olarak H. Avni Göktürk’ün ve İsrail tarafında da MOSSAD Şefi olan Reuven Shiolan’ın katıldığı bir görüşme yapıldı. Görüşme neticesinde aralarında İran SAVAK istihbarat örgütünün de bulunduğu bir (MOSSAD-MAH-SAVAK) Güvenlik Üçgeni konusunda anlaşmaya vardılar. Bu mutabakatın ve üçlü istihbarat işbirliğinin neticesi CIA raporlarında “Trident-Üç uçlu gladyatör mızrağı” olarak adlandırılıyordu ve şöyle değerlendiriliyordu: 1- İsrail, Türkiye üzerinden Sovyetler Birliğini izleyebilecek ve buna karşılık Arap Birliği’nin aktivitelerinden ve özellikle Suriye’de olup bitenlerden Türkiye’yi haberdar edecek. 2- MOSSAD Türk istihbaratçılarını eğitecek. İKK (İstihbarata Karşı Koyma) ve haber alma alanındaki teknoloji eğitimleri verecekler. (Not; Mehmet Eymür’ün babası olan Mahzar Eymür de İsrail’de eğitim gören ilk Türk istihbaratçılarındandır ) 3- MOSSAD İran SAVAK için öngördüğü bütün desteğin aynısını MAH içinde yapacak. Daha sonra, 1970’lerde ise Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikası iyice netlik kazanmıştı. Türkiye görünürde Filistinlilerden yana tavır alıyordu. Bunu da 1967 Arap-İsrail Savaşı sırasında NATO üslerini kullandırtmaması, Birleşmiş Milletler’de Filistin lehine oy vererek ve Nisan 1969’da İsrail’le yaptıkları ticaret antlaşmasını iptal ederek göstermiştir. Ekim 1973’te gerçekleşen ikinci Arap-İsrail Savaşında Türkiye, gönülsüzce de olsa Araplardan yana tavır almıştır. Bu durumdan dolayı da Türkiye ile Arap ülkeleri arasındaki ticari ilişkiler de gelişmiştir. Ancak ABD duruma müdahale etmekte gecikmemiştir. 73’teki Arap-İsrail Savaşında Türkiye’nin hava sahasını ABD uçaklarına açmaması Amerika’yı harekete geçirmiş ve ABD, Türkiye’nin yaptığı 1974’teki Kıbrıs’ı işgalinde ambargo uygulaması ile buna karşılık vermiştir. Cunta Sonrası İlişkiler |
VESAYET REJİMİ : (Kim bu adam? Darbe mağduru bir demokrat mı? Yoksa merkez sağa yerleştirilen bir 'Truva atı' mı?( İhsan DAĞI ) Cihad Baban, Politika Galerisi isimli kitabında Cemal Gürsel'den bir anekdot anlatıyor. Gürsel sıradan bir adam değil; 27 Mayısçıların başındaki general, cumhurbaşkanı. 1960'ta kurulan yarı demokratik 'vesayet rejimi'nin mimarlarından. İşte bu Gürsel'in Demirel hakkında söyledikleri çok önemli. 1964 yılında Ragıp Gümüşpala'nın ölümü üzerine AP, yeni genel başkanını seçecek. Gürsel anlatıyor Cihad Baban'a: 'Bak Adalet Partisi kongresini yapacak... Eğer Demirel AP'nin başına gelebilirse bütün dertleri hallederiz. O başkan olsun diye ben çok çalışıyorum... Bir muvaffak olursam rahat edeceğim. Aydın adam, yobazlığa yüz vermez, demokratlara alet olmaz. Dünya görmüş. O zaman göreceksin, Adalet Partisi yola girecek. Benim gözüm arkada kalmayacak.' Bunun üzerine Cihad Baban soruyor: 'Siz kendisini yakından tanır mısınız?' Gürsel'in cevabı; 'Burada boş oturuyor değilim ya... Amerika'da tahsil etmiş. Laik, lisan bilir bir insan AP'nin başına geçerse, artık memleket kurtulur. Demirel'in Atatürkçülüğünden hiç şüphe etmiyorum.' (s. 277) İşte 1960 darbesinin başındaki Gürsel böyle diyor. Demirel, Kasım 1964'te muhafazakârların adayı Sadettin Bilgiç'i yenerek AP'nin genel başkanı oluyor. İyi de neden Demirel'i görmek istiyorlar AP'nin başında? Bunun bir sebebi olmalı. 1950'lerde üst üste üç seçimde tek başına iktidar olan bir partiye karşı darbe yapıp, başbakanını asanlar, bu partinin devamı olacak siyasi örgütlenmeleri ve tabanını boş mu bırakacaklardı? Tabii ki hayır, çünkü bu, darbeciler için bir 'varlık ve kişisel güvenlik meselesiydi' de. Böylece 1964'te yeni bir dönem başladı; vesayet rejiminin yerleştiği, toplumsallaştığı, adeta meşrulaştığı bir dönem. Demirel'in AP'si merkez sağ/DP tabanını elinde tutuyor, askerî vesayet rejiminin hakimleri de AP'yi. Anlaşılan 'indirebileceklerini' çıkarıyorlardı merkez sağın tepesine. İki defa Demirel'i darbeyle indirdiler. İleri gittikçe durdurdular onu, ayar verdiler. DP çizgisinin başında onun yerinde başka birisi olsaydı belki de kolay olmayacaktı bütün bu darbeler, ayarlar, vesayeti içselleştirmeler. Şapkasını alıp gidecek bir lider arıyorlardı merkez sağın başına. Demirel'de buldukları buydu. Vesayeti kuranlar, bunun ancak DP çizgisini devam ettiren siyasi partiye nüfuz ederek sürdürülebileceğini biliyorlardı. 1961 seçimleri göstermişti ki en avantajlı şartlarda bile CHP ve İsmet İnönü halkın oylarını alarak iktidara gelemeyecek. O halde asıl, merkez sağı kontrol etmeliydiler. Tepede kontrolü Demirel sağladı. Bir yandan 'eskilere' geçit vermezken, öte yandan da tabanı en az üçe böldü; demokratları, muhafazakârları ve milliyetçileri partiden kopardı. Zaten taban Kıbrıs sorunu ve komünizm tehlikesi üzerinden 'milliyetçi/devletçi' bir denetime alınmıştı. Merkez-sağ üzerinden kurulan bu rejim çöktü. AK Parti, merkez sağ tabanı Demirellerin, Yılmazların vesayetinden kurtardı. Bazı eski sağ siyasetçilerin AK Parti'ye karşı Ergenekoncuların yanına geçmeleri sebepsiz değil. AK Parti'nin askerî vesayet rejimi ile merkez sağ siyaset arasında kurulan kirli ilişkiye çomak sokması kabul edilemezdi. Cevap aradığımız soru şu: Demirel, merkez sağın içine yerleştirilen bir Truva atı mıydı? Benim için Demirel, 1960'ta kurulan askerî vesayet rejimini merkez sağ, muhafazakâr, dindar tabana çaktırmadan satan adamdır. |
Ispartalı Dolaksızoğlu Süleyman Demirel'in son derece enteresan, ve ibret verici bir politik hayatı vardır... 1924 Isparta-İslamköy doğumlu, İTÜ mezunu bu genç mühendis, nasıl oldu da Menderes zamanında DSİ Genel Müdürü iken, ihtilalden snora birden bire kurt politikacıların arasından sıyrılıp, Adalet Partisi'nin başına geçti?.. Nasıl oldu da, 1964-1991 arasında 2 kere darbe ile gitmesine rağmen HACIYATMAZ gibi doğrulup varlığını sürdürdü?..Bu soruların cevabını herhalde ilerde bazı yerli ve yabancı belgeler açıklandığında öğrenebileceğiz. BATI uşağı bu hükümetlere, BATI tabii ki destek oldu. 1962'de ABD ile bir kredi anlaşması imzalandı. Avrupa devletleri ve Amerika tarafından "TÜRKİYE'ye Yardım Klubü (Konsorsiyum)" kuruldu. Menderes'i sürüm sürüm süründürenler, nedense İsmet Paşa'ya kesenin ağzını açmışlardı!..Aslında bu, "komaya girmiş hastaya serum takılması" gibi idi. 27 MAYISÇILAR'ın idareyi sivillere terketmeye hazırlandığı günlerde eski DEMOKRAT PARTİLİLER iki yeni parti kurdular. Bunlardan ADALET PARTİSİ, Emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın başkanlığında ve Tahsin Demiray (eski Köylü Partisi başkanı), Necmi Öktem (general), Şinasi Osma (albay), Cevdet Perin (doçent), Kamuran Evliyaoğlu (gazeteci) gibi önemli, tanınmış kişilerin gayreti ile kurulmuştu... İkinci Parti YENİ TÜRKİYE PARTİSİ idi. Onun da başında eski Maliye Bakanı Ekrem Alican vardı. Eski milletvekilleri İrfan Aksu, Raif Aybar, Hikmet Belmez, Hasan Kangal, Mithat San, Cahit Talas (eski Çalışma Bakanı), Sırrı Öktem (general) gibi tecrübeli kişiler vardı. 6.1.1961'de Kurucu Meclis göreve başladı. Yeni Anayasa'yı, seçim kanunu gibi önemli kanunları çıkardı, 26.10.1961'de de görevi yeni seçilen Meclis'e devretti. Anayasa halkoyuna sunuldu ve kabul edildi. Bu arada bir de Senato kurulmuştu. İsmet Paşa BATI tarzı "demokrasi"yi 1946'da ülkeye getirmişti (!) ama, 1960'da bile halk DEMİR-KIR-AT dediği Menderes'in partisini AT ile bağdaştırıyordu. Bu yüzden AP kendisine amblem olarak AT'ı seçti. Demirel üç kere gidip gidip geldi, kurduğu bütün partilerde BEYGİR'den vazgeçmedi! Aslında ne AP, ne YTP, ne de DYP; DP'nin devamı değildirler! Demirel 1960'larda Bayar'ın affedilmesini adeta engellemiştir, kendisine rakip olacağı için!.. Bayar ve eski DP'lileri affedilmesini sağlayıp onları AP ile kapıştıran, aslında "eski düşman" İsmet Paşa'dır!..(1974) 1961 seçimlerinde CHP 6.7, AP 4.7, CKMP .9, YTP .7 oy aldı. Meclis ve Senato dağılımı ise şöyle idi: CHP 173-36, AP 158-71, CKMP 54-16, YTP 65-13.. Milli Birlik Komitesi üyeleri de hayat boyu tabii senatör idiler. Hiç bir parti tek başına iktidara gelemedi. Gürsel Cumhurbaşkanı seçildi. İsmet Paşa 1961-1964 arasında üç ayrı koalisyon hükümeti kurdu... İlk açıklaması da "Milletlerarası çalışmalarımızda NATO ve CENTO ittifaklarının hususi bir yeri vardır" diyerek kapitülasyonların devamına itirazı olmadığını belirtmek olmuştur. Aynı yıl TÜRKİYE AET'ye ORTAK ÜYE kabul edildi. Yani biz 2000'li yıllarda GÜMRÜK BİRLİĞİ-UYUM YASALARI-TAHKİM benzeri KAPİTİLASYON anlaşmaları ile hâlâ alınmayı bekliyoruz ya, aslında o tarihlerde kabul edilmiştik!.. Sonradan bu Ankara Anlaşması ile teyid edildi. (1963) Ancak BATILILAR gene verdikleri sözü unuttular. Ragıp Gümüşpala'nın başında olduğu AP, bu dönemde iktidarda olduğu zaman dahi, itilip kakılan parti durumunda idi. 1963'de Genel Merkezi tahrip edildi. Hakkında Meclis'te genel görüşme açıldı. Ne Demokrat Parti artıklarını, ne de 80 yaşındaki İsmet Paşa'yı istemeyen genç subaylar, 2 kere ihtilal teşebbüsünde bulundular. Dış olaylara gelince; 1962 yılı Ocak ayında ABD, KÜBA ile ilişkilerini kesti!..Hemen arkasından PAPA 6. PAUL, Hıristiyanlığa zarar verdiği iddiasıyla KASTRO'yu AFAROZ etti!..Şubat ayında da Katolik başkanı Kennedy KÜBA'ya ambargo uygulamaya başladı. Bu ambargo Rus ve Amerikan gemilerini karşı karşıya getirdi. Bütün dünya nükleer bir savaş olacağı korkusuna kapıldı. Bilhassa mevcudiyetinden sonradan haberdar olduğumuz nükleer füzeler dolayısiyle, TÜRKİYE topun ağzında idi!. Gerek Hükümet, gerekse askerler o günlerde atlattığımız tehlikeden habersizdiler! Sonunda Kruşçev geri adım attı, Kasım ayında KÜBA'daki nükleer füzeler söküldü, imha edildi, ambargo kalktı. Bir kaç gün sonra da Amerika TÜRKİYE'deki JÜPİTER füzelerini kaldıracağını açıkladı. Ancak bu suretle pazarlık konusu olduğumuzu anladık. İşte Amerikan uşaklığının bizi getirdiği nokta buydu! Aynı günlerde Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin, bir konuşmasında TÜRKİYE'nin dışarıya sattığı KROM hakkında ciddi endişeleri olduğunu açıkladı!.. Madenlerimizin sömürülmesi, o dönemde de sorun idi, hâlâ bir çare bulunamadı. KROM geleceğin yakıtı hidrojenin ham maddesi, TORYUM ise temiz nükleer enerjinin ham maddesidir ve her ikisi de TÜRKİYE'de son derece boldur. Yabancılara kaptırmazsak, bizi ihya edecektir! Türkiye'nin AET ortak üyeliği anlaşması ile birlikte, 1963'de ABD ile bir ne idüğü belirsiz "zırai maddeler" anlaşması imzalandı... Böylece radyoaktif olduğu için kendi ülkelerinde deneyemedikleri "Meksika Buğdayı"nı bize gönderip deneme imkanı buldular. Ayrıca "fenni" tohum, sunni gübre, tarım ilacı, hatta zararlı hormonların ülkeye girmesine fırsat verilmiş oldu. Bütün bunlar, 1950'lerde Menderes'in düşüncesiz traktör atılımı gibi, tarım ürünlerinde bir artış sağladı. Ancak ünü dünyaca meşhur tütünümüzün, çayımızın, pamuğumuzun, İzmir üzümümüzün, Amasya elmamızın, Ayaş domatesimizin, hatta etimizin, sütümüzün bozulmasına yol açtı. Öyle ki, zamanla yemyeşil TÜRKİYE, çöl ülkesi İSRAİL'den hıyar, domates tohumu alır oldu, hem de altın fiyatına!.. 1964'de Amerika ile bir kredi anlaşması daha imzalandı. TÜRKİYE'ye yardım konsorsiyumu istediğimiz 250 m. doların ancak 100 milyonunu verdi! TÜRKİYE bir de Dünya Gıda Programı anlaşması imzaladı. TÜRKİYE Finlandiya ve Almanya ile teknik işbirliği, Avusturya ile işçi anlaşması imzalandı. İsveç, Norveç ve Lüksemburg ile kredi anlaşmaları yapıldı. TÜRKİYE OECD kredi anlaşmasına katıldı. Yani Menderes'in batırdığı ülke ancak gavur parası ayakta durabiliyordu. Gavur da parayı babasının hayrına vermiyordu! Bu arada Sovyetler Keban Barajı için kredi teklif etti. Ancak Hükümet, "Kıbrıs politikasını değiştirmediği takdirde kabul etmiyeceğimizi" bildirdi. Sanki Sovyetler'in Kıbrıs politikası aleyhimize de, Amerika ve İngiltere'ninki farklı!.. Yine de Aralık ayında bir ticaret heyeti Rusya'ya gitti. Sovyetler ile 1965 yılı için bir ticaret anlaşması bir de kültür anlaşması imzalandı. Pakistan ile ticaret anlaşması yapıldı.
15 Mayıs'ta karasularımızı 6 mile çıkardık!.. O tarihe kadar 3 mil idi!.. Halbuki Yunanistan ta 1930'larda 6 mil yapmış, İsmet Paşa Hükümeti uyumuş, GAZİ de her nasılsa konuyu atlamıştı! Kıbrıs'ta Rumlar'ın TÜRKLER'e saldırısı 1963 yılı ortalarında başlamıştı. Bu olaylar artınca İsmet, TÜRK jetlerini Kıbrıs üzerinde şöyle bir uçurttu. Kısa bir süre için saldırılar kesilir gibi oldu. Ama 1964 başında iyice azıttılar. Yağmacılığa, hırsızlığa başladılar. Ocak ayında saldırdıkları TÜRKLER'den 21'i öldü, 6'sı kayboldu. Tarihi BAYRAKTAR CAMİİ 3. defa bombalandı, Subat ayında Rumlar köylere saldırdı. 50 TÜRK öldürüldü. Kurtulanlar göçe başladılar. İsmet Paşa hükümeti uzun tereddütten sonra ancak 13 Mart'ta Makarios'a "müdahale hakkını kullanacağını" bildiren bir nota verdi. Ardından Hükümet MÜDAHALE kararı aldı. Aslında bu bize anlaşmalarla tanınmış bir haktı. Bir yandan da Birleşmiş Milletler'de ve Londra'da görüşmeler sürmekteydi. TÜRKİYE'nin çıkışı, hiç beklenmedik bir karardır! ABD, uzun yıllar BATI UŞAĞI bilinen İsmet'in bu hayret verici tavrı üzerine o kadar şaşırır ki, tepkisini nezaket kurallarına bile uymadan hemen gösterir. Cumhurbaşkanı Vekili, sığır çobanı kılıklı Johnson o meşhur mektubunu yazıp kulağımızı çeker! "Haddinizi bilin haa!" der... Bu haysiyet kırıcı JOHNSON MEKTUBU-1 ve JOHNSON MEKTUBU-2 nun tercümesini EK olarak veriyoruz o utanç verici sayfaları bir kez daha hatırlayalım. Birleşmiş Milletler hemen adaya asker gönderdi. Kısa bir zaman sonra bu askerlerin adaya TÜRK halkını korumak için değil; TÜRKİYE'yi müdahaleden caydırmak için geldiği anlaşıldı. Çünkü Rum saldırıları durmadı. Temmuz ayında TÜRKLER'in sıkıştığı Girne (Saint Hilarion) kalesini kuşattılar. Bir avuç TÜRK mücahit kaleyi günlerce savundu. Bu arada Rumlar kadın-çocuk-yaşlı demeden katliama devam ettiler. Nihayet 8 Ağustos günü TÜRK jetleri harekete geçti. Erenköy civarındaki Rum askeri hedeflerini bombaladı. Ayrıca askeri birlikler gemilere bindirildi. Durumun ciddiyetini gören Makarios ateşkes istedi. Rumlar bu arada uçağı düşürülen Pilot Cengiz Topel'i işkenceyle şehit ettiler. O zaman anlaşılır ki, DIŞA BAĞIMLI EKONOMİK VE ASKERİ POLİTİKA sonucu TÜRKİYE'nin NATO'dan aldığı jetlerin BENZİN'i yoktur!.. ÇIKARTMA GEMİSİ yoktur!..Bütün bu yıllar boyunca biz kendimizi değil, BATI'NIN MENFAATLERİ'ni savunup durmuşuzdur. Üstüne üstlük Johnson da sözüm ona NATO ortak savunması için verilmiş silahları "Rusya bize saldırırsa kullanamıyacağımızı" bildirmiştir!..Yani politikacıların BATI UŞAKLIĞI'na soyunduğu şu son 15 yılda, TÜRKİYE tam anlamıyla "ayvayı yemiş"tir!.. Bu sözler İsmetin sonu olur. O tarihlerde Ragıp Gümüşpala ölmüş (Haziran 1964), ABD destekli Bayar'ın eski "su müdürü", Amerikan Morrison firmasının temsilcisi Demirel, adeta "gökten zembille inerek"AP'nin başına geçmiştir. Öyle ki, rakibi Saadettin Bilgiç'in bir Mason arkadaşından temin ettiği Demirel'in "mason kaydı" delegelere dağıtılınca, Mason Demirel dernek başkanı ve üstadı Necdet Egeran'ı kullanarak sahte bir "mason değildir" belgesi almış, bunu AP kongresinde dağıtarak seçimi kazanmıştı!.. Demirel'in bu kongrede Masonluk ne kelime, "her sabah KUR'AN okumadan kahvaltıya oturmayan bir aileden geldiğini" iddia etmesi meşhurdur!... Halbuki Bilgiç'in belgesi gerçekti. Demirel Ankara BİLGİ LOCASI'na 43 sıra ve 48 matrikül numarasıyla kayıtlı su katılmamış bir MASON idi!.. Ne manevra değil mi? Bu Demirel'in politik hayatında belki ilk söylediği yalandı ama, hiç te sonuncu olmadı. Bütün ömrü yalan, palavra, demogoji, boş vaatler ve dümenle geçti! Gene bu kongrede Demirel'in Johnson'la çekilmiş resimleri çoğaltılarak dağıtıldı!.. Bu durumda akla iki ihtimal gelmektedir... Birincisi, ABD genç mühendis Demirel'e kendisi açısından önem vermiş, onu özel bir şekilde yetiştirmiş; o dönemde Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan Johnson bir ara kendisini çağırıp, "Bak evladım, sana çok emek verdik. Göreyim seni, bizi mahçup etme" diyerek sırtını sıvazlamıştır. Demirel de, "Sayın Johnson, izin verirseniz, bu mubarek anı bir fotoğrafla tesbit edelim, torunlarım tosunlarım benimle iftihar etsinler!" demiş, resim öyle çekilmiştir...Ne var ki, Demirel'in çocuğu olmaz, böylece torunların da Johnson'lu resimle övünme hayali boşa çıkar. Başka bir ihtimal var ise, siz söyleyin!.. Yani, ABD Cumhurbaşkanı ve yardımcısı, her 3. dereceden yabancı bürokratın (öyle ya, Cumhurbaşkanı-Başbakan, Bakanlar ve 3. grup Genel Müdürler) her Amerika'ya gidişinde ziyaret edip bir çayını içtiği, Disneyland misali turistik bir mekanda mıdır ki, Demirel resim çektirebilmiş olsun?.. Johnson inşaat mühendisi de değildi ki, İTÜ'den Demirel'in sınıf arkadaşı çıksın!.. Temmuz ayında SSK ve Danıştay Kanunları kabul edildi. Bu arada Ecevit'in çıkarttığı sendika ve grev yasasına sırtını dayayan işçiler problem olmaya başlamıştı. Tam Kıbrıs olayları sırasında Ataş'ta sendika greve gitmeye kalktılar!.. Yani orduyu benzinsiz bırakacaklardı. Hükümet grevi erteledi. O tarihten itiibaren sendikalar sanki bu ülkede başka bir devletin adamları imiş gibi faaliyet gösterdiler. Ta ki, 2000'li yıllar gelip patronlar ve hükümet IMF ile elele verip sendikaların belini kırana kadar!.. 1993'den sonra kurulan memur sendikaları da bir işe yaramaz.. Memurlar 500 milyon TL. maaş alırken (2003 yılı), onlardan kesilen 10-50 milyon TL. aidat Sendika başkanlarına 5-10 milyar TL. maaş olarak gider!.. Ağustos ayında ABD Viyetnam'a savaş açtı. Aslında olay Rus yapısı Viyetnam torpil gemilerinin bir ABD destroyerine saldırmasıyla başlamıştı ama, ABD'nin orada ne işi vardı ki?..Bunun üzerine ABD gemi ve uçakları saldırdı, 25 viyetnam torpil gemisini batırdı, bir petrol platformunu imha etti. ALLAH bilir kaç kişi öldü!. Bu olay bizim Kıbrıs'ı bombalamamızdan bir gün önce oldu! Ekim ayında Kruşçev, bir Kremlin darbesi ile KP liderliğinden düşürüldü, yerine Leonid Brejnev geçti. Kosigin başbakan oldu. Kruşçev katıldığı son politbüro toplantısında endüstriyi, tarımı ve parti organizasyonunu kötü idare etmekle suçlandı. Kruşçev Stalin'in kurduğu bir çok çalışma kampını kapatmış, gizli polisin de gücünü azaltmıştı. Küba hezimeti de sonunu hazırlamıştı. AP'nin çiçeği burnunda başkanı Demirel'in ilk icraatı, Johnson'un başkanlık törenleri için ABD'ye giden İsmet'i, kalleşce bir tutumla yurt dışında iken hükümetten düşürmek olmuştur!...(Ocak 1965) ABD'den ümit kesen Menderes nasıl ihtilalle devrilmiş ve idam edilmişse, BATI yanlısı İsmet te ufak bir MİLLİ SİYASET uygulama temayülü gösterdiği için, alaşağı edilir! Halbuki aynı günlerde Sovyet Yüksek Şura Başkanı Podgorny TÜRKİYE'yi ziyarete gelmişti. Sovyetler'in Keban Barajı'na ilgisi devam ediyordu. Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin de, Meclis'te "TÜRK-SOVYET ilişkilerinin gelişmesinden dolayı AMERİKA kızgın değildir" diye açıklama yapmıştı! Ne var ki, bu kalleşçe devirme olayı halkın İsmet'e duyduğu tepkiyi kaldırmaya yetmez. Bir sonraki seçimde halk İsmet Paşa'dan kurtulmak için Süleyman Demirel'i destekler!..Ta ki, o da BATICILIK ÇARKI'na kapılıncaya kadar! Her ne ise... Gürsel, Demirel'i tecrübesiz bulduğu için başbakanlığı ona vermez. Bunun üzerine CHP'nin dışarda kaldığı, bütün diğer partilerin katıldığı Suat Hayri Ürgüplü Başkanlığı'nda bir hükümet kurulur ve DEMİREL Efendi bu kabinede MECLİS dışından Başbakan Yardımcısı olur. Müzmin muhalif Osman Bölükbaşı'nın ayrıldığı CKMP'nin başına eski Milli Birlik Komitesi üyesi Alparslan Türkeş geçer. Bir süre sonra da partinin adı MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ'ne çevrilir.(1969) DEMİREL'in Demokrat Parti'nin devamı olduğunu(2) her fırsatta dile getirdiği AP'si, 1965 seçimlerinde ilk ve son defa S oy alarak tek başına iktidar olur... İSMET PAŞA'nın aksak CHP'si ancak ) alabilmiştir. Nisbi sistem ve milli bakiyenin uygulandığı bu seçimde marjinal oy alan diğer partiler de onar onbeşer milletvekili ile MECLİS'e girerler. Behice Boran'ın başkanlığını yaptığı Türkiye İşçi Partisi bile 15 milletvekilliği kazanmıştır. Bu arada Birleşmiş Milletler Teşkilatı denen DOMUZLAR DİKTATORYASI, KIBRIS konusunda Makarios'un tezini destekliyen bir karar alır. Buna göre "KIBRIS bağımsızdır, müdahale edilemez," der! Hükümet tabii KIBRIS konusunda bir şey yapamaz!.. ABD sözüm ona bizim lehimize oy kullanır. Ama karar aleyhimize çıkar. Çünkü haksız İSRAİL'in kınanmasına bile VETO kullanan ABD, "dost ve müttefik" TÜRKİYE'yi destekleme lüzumunu hissetmez. Böylece bu Teşkilat'ın ve ABD'nin daha önce varılmış olan Londra ve Zürih anlaşmalarını hiçe saydığı görülür!.. Hiç kalkıp ta artık BİRLEŞMİŞ MİLLETLER'e ve ABD'ye bel bağlanır mı?. Her ne ise... Gürsel, Demirel'i tecrübesiz bulduğu için başbakanlığı ona vermez. Bunun üzerine CHP'nin dışarda kaldığı, bütün diğer partilerin katıldığı Suat Hayri Ürgüplü Başkanlığı'nda bir hükümet kurulur ve DEMİREL Efendi bu kabinede MECLİS dışından Başbakan Yardımcısı olur. Müzmin muhalif Osman Bölükbaşı'nın ayrıldığı CKMP'nin başına eski Milli Birlik Komitesi üyesi Alparslan Türkeş geçer. Bir süre sonra da partinin adı MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ'ne çevrilir.(1969) |