GUNDEM
G Ü N D E M
Şimdi Ülkemizdeki malum zihniyetin ne yaptığına bakalım.
T.C. ANAYASASI:
Madde 104 : " Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir. "
Madde 105: " Cumhurbaşkanının resen imzaladığı kararlar ve emirler aleyhine Anayasa Mahkemesi dahil, yargı mercilerine başvurulamaz... Cumhurbaşkanı, vatana ihanetten dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün vereceği kararla suçlandırılır. "
YORUM SİZE AİT...
(webmaster)
Na to kafa ine na to mermeri
Bayan Çölaşan, Menderes, Polatkan ve Zorlu'nun idamlarının toplumda coşkuyla karşılanmış olduğunu söyledi, kıyamet koptu ya...
(Ben hatırlarım, derin bir sessizlikle karşılanmıştı, üstelik haber gazetelerin en dibinde tek sütuna, minicik verilmiş, ortalık dalgalandırılmamıştı... Menderes'ten nefret edenler bile sessizce üzülmüşlerdi... İşin buraya varmasını istememişlerdi...)
Ben çocuktum, belki Ankara'da, memur mahallesi Bahçelievler'de coşku yaratmıştır, onu bilemem.
Neyse, ben size daha bir "ibretlik vaka" anlatacaktım.
Bir başka çağdaş cumhuriyet kadını... Emekli albay Şenay Güray...
Şenay Hanım, geçenlerde "idrak ettiğimiz" Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla İstanbul'da, Çağlayan'da düzenlenen mitinge katıldı. (Biz Kaç Kişiyiz Hareketi partisi... Partiyi küçük harfle yazdım.)
Kürsünün arkasında birtakım kalpaklı adamlar, bunlar gazi olsalar gerek ama yaşları tutmuyor... En yaşlısı benden azıcık büyük... "Temsili gazi" herhalde.
Bu tür mitinglerin vazgeçilmez, değiştirilmez ve değiştirilmesi teklif edilemez başoyuncusu Tuncay Özkan'dan önce sahne alan, pardon, kürsü alan Şenay Hanım, bu gibi konuşmalarda gelenek olduğu üzere, Atatürk'e seslendi. Dedi ki:
"Sen ki Atam... Can çekişen bir hastaya şifa vermek üzere Allah tarafından görevlendirilmiş bir elçi, bir adı konmamış peygambersin... Sen, sarı saçlım, mavi gözlüm, neredesin?"
Sarı saç mavi göz edebiyatı zerre karar ilerleme kaydedememiş.
Belki de Deniz Baykal gibi adamlar kumral saçlı, kahverengi gözlü oldukları için seçim kazanamıyorlardır.
Rahmetli Ecevit de kara kuru, kavruk bir adam olduğu için 1977 seçimlerinde 213 milletvekilinde kalmıştı...
Fakat Cem Uzan'ın yüzde üçte kalmasına ne demeli o zaman?
Sakarya'da mı bir yerlerde, bir pankart hatırlarım bir Genç Parti mitinginden (bu sefer büyük harfle yazdım): "Senin de saçların sarı, senin de gözlerin mavi... Yoksa sen ikinci Atatürk müsün?"
Stockholm'e belediye reisi mi seçiyoruz kardeşim?
Fakat, sarı saç mavi göz edebiyatı bütün hızıyla sürse de, artık "sen kalk da ben yatam" numarası bayatlamış, yapmıyorlar.
Herkes kalkmasını istiyor ama, kimsenin yatmaya niyeti yok.
Onun yerine, "uzun uzun kavaklar, dökülüyor yapraklar, ben Atam'a doymadım, doysun kara topraklar" yaklaşımı öne çıkıyor.
Ya da, işini yapmayan doktora kızacaksınız: "Doktor doktor kalksana, ışıkları yaksana, Atam elden gidiyor, çaresine baksana!"
(Doktor kim, Profesör "Fisanje" mi? Hani şunun aslının nasıl yazıldığını bana öğretecektiniz yahu? Özdemir Bey, sen Fransızca bilirsin, alo?)
Neyse, bu arada hiç olmazsa Atatürk'ün "adı konmamış bir peygamber" olduğunu böylece öğrenmiş olduk.
O zaman bana "Anıtkabir'i peygamber türbesine, Nutuk'u kutsal kitaba çevirdiniz" dediğim zaman kızmasınlar. Ben Şenay Hanım'ın yalancısıyım.
Aaah ah, sevgili bürokrasi... Telefonlarımı dinleyeceğine lafımı dinleseydin bu kadar gülünç duruma düşmezdin!
Engin ARDIÇ - Sabah
‘Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya, Ak Parti’nin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu gerekçesiyle kapatma davası açtı!’
(Bu arada son alınan bilgilere göre sayın savcı chelsea kulubünü de kapatmak için iddianame hazırlıyormuş. İddianameye göre chelsea külübü fenerbahçeyi şampiyonlar liginden elemek için bir takım eleme taktiklerinin odağı halinde gelmiş miş.) (alıntı- internet dünyasından)
‘71 Kişiye siyasi yasak istendi.’
‘Cumhurbaşkanı Gül için de siyasi yasak isteniyor.’
Hadise gündeme bomba gibi düştü de, ben nedense şaşırmadım.
Çünkü;
‘Kapatmak’ denilen nane bizim milli takıntımız’dır.
Kimisi ‘manita kapatmak’ ister.
Kimisi ‘borç kapatmak’ ister.
Kimisi ‘puan farkını kapatmak’ ister.
Kimisi ‘boşluğu kapatmak’ ister.
Kimisi ‘televizyon dizisi kapatmak’ ister.
Kimisi ‘Youtube’u kapatmak’ ister.
Bu, ‘kapatma’ takıntılarının en müzmini ve bulaşıcısı ise ‘parti kapatmak’tır.
O yüzden, belli dönemlerde kimileri de ‘parti kapatmak’ ister.
Normaldir.
Bize has bir şey’dir.
Bu takıntı denilen şeye ‘huy’ da denir halk arasında.
Böyle kişilere de ‘huylu’ denir.
Hani, enteresan şahıslar vardır.
Bazı şeyleri görmeye veya duymaya dayanamazlar.
Mesela;
Kimi limon’dan huylanır.
‘Limon!’ dersin.
‘Hasstrknnsss!’ diye basar küfürü.
Kimi sirke’den huylanır.
‘Sirke!’ dersin dayanamaz;
‘Ebbenhhhemmmiiii!’ diye kalaylar ister istemez.
Kiminin boşluğuna doğru uzatırsın elini.
‘Oyyyhnamaaassss!’ diye bağırarak kaçar.
Dediğim gibi bu bir ‘huy’dur.
Aynen yukarıdakiler gibi, memleketimizde din, iman, başörtüsü, özgürlük, demokrasi gibi kelimelerin de huyluları vardır.
Bu bir rahatsızlıktır.
Amma büyük bir rahatsızlıktır.
Limon’dan huylanan adam gibi küfür edip kaçmaz.
Önce ‘Cumhuriyet kadınını kapatacaklaaar!’ diye bağırır.
Sonra seni ‘kapatmaya’, yok etmeye çalışır.
En tedaviye muhtaç ‘huy’ budur. Zararlıdır çünkü.
Etrafından huylanır.
Halkından huylanır.
Memleketinden huylanır.
Canlı- cansız, kıpırdayan- kıpırdamayan herşeyden huylanır.
Kendisinden bile huylanır.
‘Allah şifa versin’ deyip geçmekle olmaz.
Böylelerini kesinkes akıl hastanesine yatırmak lazımdır.
ESKİDEN ;
Meyhanelere ancak kelli felli adamlar girebilirdi. Bu mekanların mutlaka perdesi vardı ve dışarıdan içerisi görünmezdi.
O zamanlar Ak Parti diye birşey yoktu. Böyle şeyler ‘laikliğe tehdit’ olarak algılanmıyordu.
İstanbul’un mutena semtlerinden Moda’da, Bostancı’da ‘Kadınlar Plajı’ vardı.
Bu plajlara ‘erkek- kadın’ girilemezdi. Yasaktı.
O zamanlar Ak Parti diye birşey yoktu. Böyle şeyler ‘laikliğe tehdit’ olarak algılanmıyordu.
Açık hava sinemalarında ‘Dikkat dikkaaat... Sinemamızın sağ tarafı temamen ailelere ayrılmış bulunmaktadır, tek gelen beylerin aile tarafına oturmaları yasaktır!’ anonsları yapılırdı.
O zamanlar Ak Parti diye birşey yoktu. Böyle şeyler ‘laikliğe tehdit’ olarak algılanmıyordu.
‘Aile çay bahçeleri’ vardı. Bekar kızlar, erkekler alınmazdı. Aileleriyle geldilerse alınırdı. Yoksa girmeleri yasaktı.
O zamanlar Ak Parti diye birşey yoktu. Böyle şeyler ‘laikliğe tehdit’ olarak algılanmıyordu.
İnsanlar ellerinde içki şişesi, ulu orta dolaşmazlardı. Mutlaka bir gazeteye sarar, paltosunun koltukaltında gizleyerek evlerine götürürlerdi.
O zamanlar Ak Parti diye birşey yoktu. Böyle şeyler ‘laikliğe tehdit’ olarak algılanmıyordu.
Tanımadığın bir mahalleden sağa sola bakmadan başın önde geçerdin. Eğer ‘kıpırdak’ olursan mutlaka yolun kesilir, ‘hüoop bilader kime bakmıştın’ diye sorguya çekilirdin.
O zamanlar Ak Parti diye birşey yoktu. Böyle şeyler ‘laikliğe tehdit’ olarak algılanmıyordu.
Mahalleler tasnif edilmişti.
Ermeni mahallesi, Rum mahallesi, Arnavut mahallesi, Çingene mahallesi.
Rum mahallesinden de geçerken başın önde geçerdin, yoksa ‘ızbandut’ denilen Rum gençleri yolunu keser, hesap sorarlardı.
O zamanlar Ak Parti diye birşey yoktu. Böyle şeyler ‘laikliğe tehdit’ olarak algılanmıyordu.
Hanımefendiler çarşıya pazara çıkarken mutlaka başörtüsü takarlardı.
Bütün bunlar ‘Cumhuriyet Türkiyesi’nde yaşanıyordu.
İnsanlar, fıkaralık dışında hayatlarından memnundular.
O zamanlar Ak Parti diye birşey yoktu. Böyle şeyler ‘laikliğe tehdit’ olarak algılanmıyordu.
(Not: İnanmayanlar eski, siyah- beyaz Türk filmlerini tekrar tekrar seyredip incelesinler. Vallaha ben o vakitler Ak Parti diye bişey duymadım, görmedim. Bütün bunlardan da ‘mahalle baskısı’ diye şikayet edildiğini işitmedim. Benim bildiğim şey, tüm bu anlattıklarımın toplamına o zamanlar ‘E D E P’ deniyordu...)