orucilmihal
ORUÇ
Oruca geçmeden önce ayların sultanı, kutlu zaman dilimi Ramazan ayından bahsetmek istiyoruz. Malum farz olan oruç ramazan ayında tutulur. Bu mübarek ay, gündüzleri oruç, geceleri teravih ve sahurlarla ve günün değişik saatlerine serpiştirilen Kur’ân tilavetleriyle, hatimlerle kullukta seviye kazanma rampasıdır. Ramazan ayını duyarak, hissederek yaşamak için bize bir ufuk gösteren Muhterem Hocamızın konu ile ilgili birçok yazısından birisini naklediyor, bu yazıda anlatılan ramazanla ramazanlaşmayı Ramazan'ın Sahibi'nden niyaz ediyoruz. Bir Kere Daha Ramazanlaşırken Ramazanda her ses ve soluk derinlerden derin o rûhânî edâsıyla, dünyada yaşamak istediğimiz hemen bütün zevkleri ve gönüllerimizin iyilik düşüncesi adına beslediği bütün ümitleri en ulvî, en coşturucu bir üslupla söyler. Hemen her zaman, ramazanın nazlı günleri bir ışık yumağı gibi gelip her yanımızı sarar ve tedayi ettirdiği hülyâları, emelleri, sevinçleri, neşeleri, ziyafetleri ve renk renk öteler buudlu televvünleriyle bize cennetlerden demet demet numûneler sunar Ramazanın başlamasıyla; düşüncelerin bir kere daha yenilendiği, duyguların zindeleştiği ve rahmetin her türlü dalga boyu ile gidip insanın ümit ve recâsıyla bütünleştiği, bütünleşip gönüllere sindiği.. evet; O’nun o sihirli günlerinde ve aydınlık gecelerinde, sanki insanın Allah’a kavuşmasına mani bütün engeller ortadan kalkıyor, bütün olumsuzluklar bertaraf ediliyor gibi, vuslata giden yollardaki tepeler dümdüz, düzlükler de pürüzsüz hale gelir. Her zaman rahmete susamışlığını hisseden gönüllere ramazan, toprağın bağrına inen yağmur gibi, onların başlarından aşağıya boşalttığı his ve mana ile gönüllerin kurumaya yüz tutmuş bütün yamaçlarını sular, duyguların tâ derinliklerine iner ve insan benliğini yepyeni manaların yemyeşil meşcereliği haline getirir. Öyle ki bu mübarek zaman diliminin hayata aksettirdiği binbir televvünlü mübarek zaman parçalarının, ışıktan dakikaları gözlere, gönüllere saçtığı nurlar sayesinde bütün bütün uhrevîleşen ruhlar, artık manaya ve ledünniyâta öyle bir uyanmış ve alışmış olurlar ki, bir daha da bu masmavi iklimden ayrılmak istemezler. Ramazan, fecr-i kazibi, fecr-i sâdıkı ve tulûuyla tıpkı bir gün gibi doğar üzerimize.. daha ufukta emareleri belirir-belirmez, onun için ne tatlı ne sıcak ne heyecanlı bir hazırlık dönemi yaşarız. Günler ve haftalar önce, yiyecekler-içecekler olağanüstü ve ramazana mahsus bir cömertlikle akar mutfaklara.. akar da, günler öncesinde, değişik çağrışımlarla bizi hep O’nun rengârenk ikliminde dolaştırır… Ve nihayet; herkesin bunca sabırsızlıkla beklediği rahmet televvünlü, gufran buudlu mübarek ay gelir.. ve onun gelişiyle herkes kendini semâlara doğru uzayıp giden ışıktan bir helezonun merdivenlerinde bulur.. bulur ve gündüzleri ayrı bir derinlikte, geceleri de ayrı bir derinlikte O “mevcut u meçhul”e doğru seyreder durur. Sabaha uyanırken ayrı bir temkin, ayrı bir dikkat, ayrı bir disiplinle uyanır; akşamla kucaklaşırken de ayrı bir haz, ayrı bir büyü ve ayrı bir füsûnla buluşuruz. Ramazanın nazlı geceleri, bütün ruhlara, gönüllere âdetâ taht kurmak üzere gelir; onda bakışlar derinleşir, muhabbetler tebessüme inkılâb eder. Sürekli iyilik duygusu soluklanır; hatta bir ölçüde bütün kötü duygular ve tutkular baskı altına alınır; derken herkes derecesine göre bir çeşit melekleşme yoluna girer. Gerçekten ramazanda insanlar, Allah’la o kadar irtibatlı, kullukta o kadar i’tinalı ve muamelelerinde o kadar ince, o kadar nazik bir hâl alırlar ki, bunu görüp sezmemek mümkün değildir. Evet onlar, her halleriyle îman nimetinin lezzetlerini, İslâm ahlâkının büyülerini, ihsan şuurunun ledünnî hazlarını hem yaşar hem de yaşama istidadında olan bütün gönüllere duyururlar.. duyurur ve âdetâ hepimize semâvîliklerden bazı şeyler fısıldarlar. Evet, bu doymuş ve itmi’nâna ulaşmış ruhlar, yaşanılan bu hayatın bir gün mutlaka, ebedî bir mutluluğa inkılâb edeceğini, burada, Allah’ın hoşnutluğu istikametinde gösterilen fedakârlıkların, katlanılan sıkıntıların, hatta bunların en önemsizlerinin bile, ötede değerlerüstü değerlere ulaşacağını bildiklerinden açlığı, susuzluğu, nefsin arzularına karşı savaşı ve cismanî arzularla yaka-paça olmayı derin bir ibadet neşvesi içinde yerine getirirler. Onların düşünce dünyalarında, iftarlar ibadetler gibi icra edilir ve âdetâ teravihlerle bitevîleşir; sahurlar teheccüdle iç içe girer ve Allah’a yakınlıktan bir hisse alır.. sokaklar cami yolcularıyla dolar-taşar.. mabetler Kâbe gibi tekbirlerle inler.. çarşı-pazar aynen mabet olur; mabet de gider Kâbe ile bitevîleşir. Böylece, bütün bu fânî insanlar ebedî ve manevî birer varlık seviyesine; onların ibadet ruhuna göre programlanmış her davranışları da uhrevî birer merasim kıymetine ulaşır. Ramazanda hemen her gece, bildiğimiz gecelerden çok daha derin ve ukbâ buudlu; gündüzler de o çarpıcı renkliliği ve temkiniyle âdetâ bir irade ve azim atmosferi olarak duyulur ve hissedilir. Oruçlu ruhlar, her gece ayrı bir visale hazırlanıyor gibi sımsıcak, olabildiğine heyecanlı, fevkalâde yumuşak ve şaşırtacak kadar naziktirler. Her sabah yeni bir güne uyanırken, yeni bir Arasat’a, yeni bir imtihana çağrılıyor gibi hem bir ürperti hem de ümitle uyanırlar. Yüzlerinde tevâzu ile vakârın, mahvîyet ile ciddiyetin, emniyet ile hüznün, olmak ile görünmenin karışımından meydana gelen hoş, latif, biraz da buruksu bir mana nümâyândır. Bunların her davranışında, Allah’a mensubiyetten gizli gizli sezilen bir itmi’nân ve olgunluk, hatta bir iftihar ve inşirah, Kur’ân çağlayanlarında yıkana yıkana bir safvet, bir arınmışlık, bir incelik ve bir zerafet hissedilir. Hemen hepsi de ışıktan, manadan yaratılmış gibi görülüp sezilseler bile, âdetâ gölgeleri andırır ve katiyen kimseyi rahatsız etmezler. Rûhî saygı ve terbiye benliklerine öylesine işlemiştir ki, upuzun bir günü açlık, susuzluk ve arzularına başkaldırmanın cenderesinde geçirdikleri halde melekler kadar ince, rûhânîler kadar da, içtendirler. Korku-saygı, nizam-rahatlık, nezaket-ciddiyet karışımı bir ruh hâli onların en bariz yanlarından biridir. Allah’a karşı tavırlarında hep ürpertili, hep dengeli ve hep nazik, birbirlerine karşı da saygılı, tekellüfsüz ve yürektendirler. Ramazanda, bütünüyle Allah’a yönelmiş her çizgisi bir büyü bu sihirli yüzlerin ve mana âlemlerinden bir kısım derinlikleri aksettiren bu sırlı gözlerin hemen hepsi de bir bilinmez âlemin ışıklarıyla pırıl pırıldır. Farklı dünyaların, farklı iklimlerin, farklı düşüncelerin yontup şekillendirdiği bu insanlar, saf olanı-akıllısı, mazbut yaşayanı-biraz dağınığı, uslusu-afacanı, her şeyi görüp bileni-hiçbir şeye aklı ermeyeni, milletine yararlı olma düşüncesiyle oturup kalkanı-hiçbir yararlı düşüncesi bulunmayanı, duyarlı olanı-alabildiğine duygusuzu, mutlu yaşayanı-saadet arayanı, hastalıklar içinde kıvrananı-sıhhatten sarhoş olanı, mağruru, kibirlisi-mütevazıı ve muhlisiyle herkes, şaşırtacak şekilde onda birleşir; geceyi beraber duyar, imsaka beraber uyanır, ezanı beraber dinler, namazı beraber edâ eder, iftarı beraber açar ve ihtimal, her akşam oruçlu mü’min için müjdelenmiş bulunan iki sevinç, iki inşirahtan ikincisini de vicdan ve îmanlarında beraber duyar ve beraber yaşarlar. Evet, topyekûn bütün Müslümanlar, genci-ihtiyarı, kadını-erkeği, zengini-fakiri, sıhhatlisi-alîli, idare edeni-idare edileni, memuru ve esnafıyla ramazanın o eriten, yumuşatan, yoğurup şekillendiren sihirli ikliminde biraraya gelir.. ve gönüllere rikkat verecek bir saflık bir içtenlikle, ancak rûhânîlerin yaşayabileceği bir mutluluğu paylaşırlar. Hatta öyle ki, o, çoğu îtîbariyle talihsiz görünen fakir ve bedbaht yığınlar üzerinde bile inanılmayacak ölçüde müsbet tesirler bıraktığı müşahede edilir. Her şeyi böyle kendi güzellikleriyle saran ramazan, öyle yumuşak, her zaman bahar gibi tüten teravihler o kadar tesirli, ramazana uyanmış ruhlar o kadar hisli, gökteki ışık kaynaklarından minarelerdeki mahyalara kadar üzerimize dökülen aydınlıklar o kadar duygulandırıcı ve her yanda ayrı bir güzellik armonisiyle gönüllerimize bir şeyler fısıldayan Yaratıcı Kudret o kadar şefkatli ki, bütün bunları duyup hissedip de bunlara karşı alâkasız kalmak mümkün değildir. Ramazanlardaki şeâir sanki, bizlerdeki bu duygu ve bu düşünceyi tutuşturmak için plânlanmış gibi, onda her ses ve soluk bir mızrap gibi gönül tellerinde değişik değişik iniltiler meydana getirir. Onda, minarelerin dili sayılan ezânlar, salâlar, temcitler insan gönlünü ibadete akord ediyormuş gibi, sık sık kulaklarımızda uğuldar durur ve ruhlarımızı bir şeye hazırlar. Evet, salâlar, temcitler, âdetâ, birer akord, birer deneme, birer kontrol mahiyetinde icra edilir.. ve bunlar sanki, uykudan henüz tam uyanmamış, ruhların, uyku mahmurluğu içindeki sözleri, gerçek söze ulaşma yolunda ilk mırıltıları ve ibadet konsantrasyonuna hazırlama ameliyeleri gibidirler. Sonra bütün minareler, kıvamını bulmuş gibi, mabedler konsantrasyona girmiş gibi birden gürler.. ve yükselen sesler gider gökteki soluklarla bütünleşir.. derken bu en içten nağmeler, dökülen şelâleler, fışkıran fevvareler gibi semanın enginliklerinde, arzın derinliklerinde bir velvele olur inler.. inler de, minarelerden yükselen, cami kubbelerinden taşan bu seslerin, her yanımızı sardığını, gidip benliğimizin derinliklerine ulaştığını, hem de sadece kulaklarımızla değil, bütün duygularımızla hisseder ve kendimizi bir mana ve şiir ikliminde sanırız.. sanırız da âdetâ hülyâlar âleminde seyahat ediyor gibi oluruz. Bu hülyâlı mavilikte, göklerin başımıza ramazan yağdırdığını, camilerin çevresindeki ışıkların ramazan yazdığını, insanların çehrelerinde ramazanın tüllendiğini, atmosferin buğu buğu ramazan koktuğunu duyar, büyülenir ve bu sihirli havanın tesiriyle rüyalarda olduğu gibi bütün bütün ruhun emrine girer; istediğimiz zaman göklerde uçar, istediğimiz zaman bir yere konar; istediğimiz âlemlerde dolaşır ve en mahrem yerlere gireriz. Mukayyetken âdetâ mutlak olur, mahdutken sınırsızlaşır, zerre iken güneşlere denk hale gelir ve hiç ender hiçken bütün bir varlık oluruz. Ramazan, bilhassa sonsuza açık gönülleri öylesine büyüler ve onları öylesine tesir altına alır ki, hep onu duyar, onu düşünür ve onu düşlerler. Evet, sokaktaki insanların mûnîsleşen çehrelerinden, başı yazmalı analarımızın aydınlık nasiyelerine, bulunduğumuz yerlerin ramazanca aydınlatılmasından çarşı-pazardaki ampullerin ışığına, şadırvanların başındaki kandillerden camilerin içindeki avizelere ve minarelerdeki mahyalardan başımızın üstünde kanat açmış gibi duran semanın yıldızlarına kadar her şeyin ramazanlaştığını duyar ve yaşarız. Hatta hatırlarım; elektriğin olmadığı, camilerin bile gaz lambalarıyla aydınlatılmaya çalışıldığı dönemde, imkânı olan aileler namaza giderken, o zamanlar oldukça yeni sayılan lüküs lambalarını da beraber götürürlerdi. Biz, onların böyle gürültüyle sokaktan geçtiğini duyunca, ramazanın, lüküs lambaların ışığı altında mahalle aralarında dolaştığını tahayyül ederdik.. tahayyül eder ve onu ruhlarımızda daha bir derince duyardık. O günlerde bile ramazanın böyle garip füsunlarla üzerimize boşalttığı mana, hülyâ ve şiiri düşündükçe bu mübarek ay hiç bitmesin isterdik.. isterdik ama, o bize rağmen uçar gider ve arkadan da binbir debdebe ile bayram gelirdi. 1. İslâmiyet’te Oruç Orucun Arap dilindeki karşılığı “savm” kelimesi olup, bu kelime “bir şeyden uzak durmak, kişinin kendini tutması ve engellemesi” manalarına gelmektedir. Istılahî olarak ise, tan yerinin ağarmasından güneşin batma vaktine kadar, bir gaye uğruna bilinçli bir şekilde yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durup nefsi dizginlemek demektir. Pek çok hüküm gibi oruç da, İslâm’ın bidayetinde değil de Medine döneminde farz kılınmıştır. Tarih olarak hicretin ikinci yılının Şaban ayına rastlayan oruç emri üzerine Efendimiz dokuz yıl Ramazan orucu tutmuştur. a. Kur’ân’dan orucun farziyetine delil: “Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak size de farz kılındı. Böylece umulur ki korunursunuz.”; “O sayılı günler, Ramazan ayıdır. O Ramazan ayı ki insanlığa bir rehber olan, onları doğru yola götüren ve hakkı batıldan ayıran en açık ve parlak delilleri ihtiva eden Kur’ân o ayda indirildi. Artık sizden kim Ramazan ayının hilâlini görürse, o gün oruç tutsun. Hasta veya yolcu olan, tutamadığı günler sayısınca, başka günlerde oruç tutar. Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez. Oruç günlerini tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden ötürü Allah’ı tazim etmenizi ister. Şükredesiniz diye bu kolaylığı gösterir.” (Bakara 2/185) b. Sünnet’ten orucun farziyetine delil: “İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Peygamber Efendimizin Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik etmek, namazı kılmak, zekât vermek, Ramazan orucu tutmak, gücü yetenler için Beytullah’ı ziyaret etmek.” Diğer bir rivayet de şöyledir: “Saçı başı dağınık bir adam Peygamber Efendimiz’e gelerek: “Ya Rasûlallah! Allah’ın üzerime oruç olarak neyi farz kıldığını bana haber ver.” dedi. Peygamber Efendimiz bunun üzerine şöyle buyurdu: “Ramazan ayını (orucunu) farz kıldı.” Adam: “Benim üzerimde bundan başka bir borç var mıdır?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz: “Hayır, ancak kendiliğinden nafile olarak yaparsan bu müstesna.” buyurdu. Adam, bundan sonra sorularına devam ederek: “Allah’ın bana farz kıldığı zekâttan haber ver.” dedi. Peygamber Efendimiz ona İslâm’ın gösterdiği yolları ve esasları anlattı. Bundan sonra adam şöyle dedi: “Sana ikramda bulunan Allah’a yemin olsun ki, bu söylenenlerden ne fazla ne de eksik yaparım.” Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Eğer doğru söylüyorsa, bu adam kurtulmuştur, yahut cennete gidecektir.” 2- ORUCUN ÖNEMİ Oruç, namaz, zekât ve hac gibi Cenab-ı Hakk’ın yapmakla mükellef tuttuğu ibadetlerden biridir. O, Allahu Teâlâ’nın mükâfatını kendi üzerine aldığı, kalemlerin ve defterlerin hesabını tutamayacağı, mü’minin içten içe Rabbiyle münasebetinin alametidir. Oruç, muvakkaten beşeriliği terk etmenin, yememenin, içmemenin, şehevî arzu ve istekleri gemlemenin, dünyaya ait bağlardan tecerrüd etmenin böylece Allah’a yaklaşmanın ifadesidir. Oruç bizlere farz olduğu gibi, bizden önce yaşamış olan insanlara da emredilen bir ibadet çeşididir. a- Peygamber Efendimiz’in Oruca Verdiği Önem Her din ve her düşünce kendi tâbilerine, yapmakla mükellef olacakları birtakım emirler ve nehiyler getirmiştir. Hak olsun bâtıl olsun bütün dinlerde az-çok bu mükellefiyet vardır. Bir dini ve düşünceyi temsil eden insan, bağlılığını ancak yapacağı bu fiillerle ortaya koyar. Hak ve hakikat dini olan İslâmiyet de, temsilcilerine birtakım ibadetleri emir buyurmuş, Müslümanlığın bir şartı olarak, bunların yerine getirilmesini istemiştir. Kur’ân-ı Kerim meseleleri icmâli olarak ele alır. O’nu tafsil edecek olan, Kitab’ın kendisine inzal olduğu Rasûlullah’tır. Zira Kur’ân’ın en büyük müfessiri O’dur. Orucu bize Allah Rasulü nurlu beyanlarıyla anlatmış, bütün teferruatıyla ele almıştır. Burada orucun önemiyle alâkalı Rasûlullah’tan varid olan bir iki kutlu sözü aktarmaya çalışacağız. Ebu Hureyre (r.a.)’nin rivayet ettiğine göre Rasûlullah (aleyhissalatu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Allah şöyle buyurdu: “Âdemoğlunun her ameli kendi içindir. Yalnız oruç müstesna. Onun mükâfatını ben veririm. Zira yemesini ve nefsâni arzularını, sırf benim için terk ediyor. Oruçlu için iki sevinç ânı vardır: Biri iftar ettiği, diğeri de Allah’a kavuştuğu vakittir. Oruçlunun ağzının kokusu, Allah katında misk kokusundan daha hoştur.” Evet, oruç bu duygular içinde eda edilmelidir. Oruç tutanın ağız kokusu açlıktan kaynaklanır. Kıyamet günü Cenab-ı Hakk katında bu koku, miskten, anberden daha hoş, daha nefis ve daha temizdir. Temiz ruhlar olan melâikenin arş u ferşi çınlattıracak bir velvele içerisinde Allah’a karşı kulluk vazifesini yaparken hoşlandıkları kokular vardır. Onlar gül kokusundan çiçek kokusuna, miskten anbere kadar güzel kokulardan hoşnut olurlar. Mele-i Ala’da güzel kokular sırlı hazineleri açan anahtar hükmündedir. Oruçlunun ağız kokusu da bu güzel kokular cümlesindendir. Bunun böyle olması, orucun Allah’la kul arasında irtibat buudlu bir ibadet olmasındandır. Bu yönüyle oruç, kendi derinliği içinde ele alınmalı, yoksa salt ağız kokusu açısından değil. Yine Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir diğer hadiste Resulü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm): “Her şeyin zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruç tutmaktır. Oruç tutmak sabrın yarısıdır.” Başka bir yerde, “Sübhanallah demek mizanın yarısını, elhamdülillah demek tamamını, Allahü Ekber demek ise yer-gök arasını doldurur. Oruç sabrın, temizlik de imanın yarısıdır.” buyururlar. Allah’ın yüklediği ibadet mükellefiyetini sırtında taşımaya sabretme, O’dan gelen şeyler karşısında sarsılmama, sabit kadem olma, O’nun kapısından ayrılmama, günah fırtınaları ve günah tufanı karşısında kendini koruyup dişini sıkma vs. bunlar dinin yarısını teşkil etmektedir. “Oruç ise sabrın yarısıdır.” Zira sabrın diğer yarısı başka şeylere dağılmıştır. Oruçta bir yönüyle şehevât-ı nefsâniyeyi gemleme olduğu için, günahlara karşı sabır, diğer bir yönüyle aç-susuz durma gibi (hususiyle sıcak günlerde) bir işin altına girmekle ibadete karşı sabır vardır. Böylece oruç, dinin dörtte birini teşkil etmiş oluyor. Dolayısıyla o, dört büyük ve mühim esası olan namaz, oruç, zekât ve hac ibadetlerinden biridir. Ve hem de yukarıda belirttiğimiz gibi oruçta, hem ibadet-ü taate, hem beşerî arzu ve isteklere, hem şehevânî duygulara ve hem de beşerî kaprislere bir set çekme ve mani olma vardır. Allah uğrunda yapılan her işin mutlaka bir sevabı vardır. Onun karşılıksız kalması düşünülemez. Ama oruca gelince onun sevap yönüyle dengi yoktur. Ebu Umame (r.a.) şöyle diyor: “Rasûlullah’a yapmam gerekli bir amel söylemesini istedim. O da “Oruç tut. Zira onun dengi yoktur.” dedi. Ben yine tekrar ederek aynı şey sordum. O, “Oruç tut, zira onun dengi yoktur.” şeklinde cevap verdi, Ben üçüncü kez yine sordum. O aynen, “Oruç tut, zira onun dengi yoktur.” buyurdular. Yine orucun sevabına işaretle, Peygamberimiz başka bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Allah katında oruç kadar sevaplı bir ibadet yoktur.” Başka bir hadislerinde de: “Oruç, nefsinin çektiği yiyecek ve içeceklerden kimi alıkoyarsa, Cenab-ı Hak onu cennet meyvelerinden yedirip, cennet ırmaklarından içirir.” “Cennette Reyyan denilen bir kapı vardır ki oradan sadece oruç tutanlar girebilir.” “Oruç tutan helâlinden rızkını temin ettiği zaman ahirette hesaba çekilmez.” “Oruç tutanın uykusu ibadet, susması ise tesbih sayılır. İyilik ve ibadetlerine kat kat ecir verilir. Duası Allah tarafından kabul edilip günahları afvedilir.” Oruç, kıyamet günü oruçlu için şefaat edecek, Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunup, “Ya Rabbi! Ben onu gündüzleri yiyip içmekten ve zevklerinden alıkoydum. Bunun için onun hakkındaki şefaatimi kabul buyur.” diyecektir. Cenab-ı Hak da orucun bu isteğini kabul edip, oruçluya şefaat etme izni verecektir.” 3. ORUCUN KAZANDIRDIKLARI Yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insan, Cenab-ı Hakk’ın sayılamayacak kadar fazla olan lütuf ve ihsanlarına mazhardır. Onda melekî ve şeytanî dediğimiz iki uç nokta vardır. Bu kısacık hayatında yapacağı amellerle o bu iki noktadan birinde karar kılacak ve akıbetini bu yönde hazırlamış olacaktır. Rahmeti sonsuz Allah’ın insana verdiği nimetlerden biri de onu kendi aklıyla baş başa bırakmayıp, yol gösterici olarak peygamberleri ve kitapları göndermesidir. Bunlar vasıtasıyla insan, şeytani dehlizlerde gezmek yerine melekî ufukta pervaz edecek, böylece yaratılış gayesine muvafık hareket etmiş olacaktır. Bu gayeyi Kur’ân bizlere: “Ben cinleri ve insanları başka değil, (Beni bilip) Bana kullukta bulunsunlar diye yarattım.” (Zariyat 51/56) âyetiyle bildirmektedir. Yani insanın mevcudiyetinin gayesi ibadet etmektir. Yapılan bu ibadetlerin karşılığı Allah’tan beklenir. İbadetlerin semeresi uhrevîdir, faydası orada görülecektir. Bazı ibadetlere iktiran eden dünyevi faydalar katiyen o ibadetlere sebep ve gaye olamaz. Bu sebepledir ki ibadetlerle insan, uhrevi yanı ağır basan kâmil kul durumuna yükselir. Bu durumu korumak da yine ibadetlerle olur. İbadetlere iktiran eden, hiç düşünülmeden gelen fayda ve maslahatlar ise Hakim olan Allah’ın hikmetinin gereğidir. O’nun bize olan tekliflerinde nice hikmetler gizlidir. Namaza, hacca, zekâta ve oruca iktiran eden fayda ve maslahatlar hep bu perspektiften değerlendirilmelidir. 1. Orucun Ferde Kazandırdıkları a- Bedene Kazandırdıkları İnsan, ruhla cesetten mürekkep olarak yaratılan bir varlıktır. Ruhun olmadığı ceset bir şey ifade etmediği gibi, cesedin olmadığı ruh da teklif dünyası adına bir mânâ ifade etmez. İnsan, yiyip içtiği yiyeceklerle, yaptığı hâl ve hareketlerle, yerine getirmeye çalıştığı ibadet ü taatle hem cesedine ve hem de ruhuna birtakım tesirlerde bulunmuş olmaktadır. Ağzına aldığı bir lokma zahiren midesine gitse bile o aslında ruhta da birtakım tesirler icra etmektedir. Yaptığı bedenî hareketler, vücutta maddî olarak bazı tesirler oluşturduğu gibi ruhta da değişik tesirler icra etmektedir. İnsanın ferdi hayatının geliştirilmesi ve olgunlaştırılmasında riyazatın pek mühim bir yeri vardır. Bu da ancak oruçla olur. Orucun bir manası da, ruhun riyazatı ve cesedin perhizi olmasıdır. Sık sık oruca müracat edildiği zaman, içte, vicdanda hasıl edeceği meziyet ve faziletler açık bir şekilde müşahade edilecektir. Midede fani olan, tamamen ceset kesilen, her zaman ve her yerde mideyi düşünen bir insanda temiz bir ruh ve saf bir kalbin bulunmasına ihtimal verilemez. Böyle birisinin yaptığı tek iş, yeme, içme, def-i tabiîde bulunma, çeşitli nimetleri alma, şükürsüz bir nankör olarak tüketme olacaktır. İşte oruç, fertlere bunun böyle olmaması gerektiğini hatırlatır. aa- Bedeni Dinlendirir Dünyaya gelir gelmez faaliyete başlayan sindirim sisteminin zaman zaman dinlenmeye ihtiyacının olduğu, tıbbî çevrelerce kabul edilip savunulan bir hakikattir. Senenin bir ayında vücudun dinlendirilmesi anlamına gelen orucun bu yönüyle insan bedenine faydası inkâr edilemez. Hem o mide fabrikasının pek çok hademeleri ve kendisiyle alâkadar çok insanî duyguları var. Eğer senenin bir ayında gündüzleri tatile girmezse, hademelerin ve diğer duyguların hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, onları tahakkümü altına alır, nazarı dikkatlerini daima kendine çeker, onlara ulvî vazifelerini unutturur. Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlardır. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerif’te melekî ve ruhanî eğlencelerle lezzet alırlar, nazarlarını o manevî zevklere dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerif’te mü’minler, derecelerine göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, manevî zevklere mazhar olurlar. O mübarek ayda oruç vasıtasıyla ruh, akıl ve sır gibi latifeler çok terakki eder, midenin ağlamasına karşılık onlar masumâne gülerler. Faaliyet içinde olan her makine bir müddet sonra bakıma ve dinlenmeye tâbi tutulur. Bu yapılmadığında ya makine tamamen tahrip olur ya da ömrü kısalır. Bir talebeye belirli bir süre tedrisat gördükten sonra tatil verilir. Bir işçi, sabahtan akşama kadar çalışır ama akşamleyin istirahata çekilir. Bu mola ve dinlenmeler olmadan aynı tempoda çalışma ve semere verme mümkün değildir. İnsanın vücudu bir fabrika, azaları o fabrikanın aletleri hükmündedir. Oruç ise, vücut fabrikamızın dinlenmesine, eskimemesine ve mükemmel bir şekilde çalışmasına vesiledir. Oruçla vücutta biriken zararlı yağlar, şişmanlık vesilesi fazla etler atılmış, vücut rahatlık kazanmış olur. Bugün şişmanlıktan dolayı sağa sola başvuran, buna çare arayan bir sürü insan vardır. Ve bu şişmanlığın kanın deveranına, beynin yavaş çalışmasına sebep olduğu da yine tıbbın kabul ettiği bir gerçektir. Halbuki oruç, hem bu dertlere çare hem de sevap kazanmaya önemli bir vesiledir. bb- Hastalıklara Karşı Korur “Orucun ruh ve beden sağlığına faydası hakkında şu ana kadar çok söz söylenmiş, bu hususta bir hayli makale ve kitap yazılmıştır. Bunlardan biri olarak Alman profesör Cehardet, iradenin takviyesi konusunda yazdığı kitapta orucu tavsiye ederek, insanın, maddî meyillerinin esiri olmaması, nefsinin dizginlerine malik bir hayat yaşaması için ruhun cesede hakimiyetini temin edecek en tesirli yolun oruç olduğunu belirtir. Dr. Rowy ise, bu hususta, “Oruç, vücudun hastalıklara karşı mukavemetini artırır. Bu önemli tıbbi hakikati İslâm, orucu farz kılarak ortaya koymuş, bugünkü modern tıp ise orucu hastalıklara karşı koruyucu ve ilâç olarak kullanmaktadır” demektedir. Dr. Rawy’nin sözlerini teyid edercesine Dr. Henri Lahman’ın Saksonya’nın Dresden şehrindeki hastanesinde, ayrıca Dr. Berşerbenr ve Dr. Moliere ait sağlık evlerinde oruçla tedavi yapılmaktadır. b- Ruha Kazandırdıkları Daha önce ki satırlarda da geçtiği üzere insan, ruhla cesetten mürekkep bir yapıya sahiptir. Bu yapıdaki her iki unsur, insanı kendi yörüngesi etrafında döndürmeye çalışmaktadır. Bu ikisinden biri olan madde, şehevî ve behîmi arzulardır. Yani insanın ceset itibariyle sahip olduğu, Kur’ân’ın da bize şu cümlelerle tanıttığı yönüdür: “Andolsun ki biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.”[20]; “Onlara bir sor bakalım: Yaratılışta kendileri mi daha kuvvetli, yoksa bizim yarattıklarımız mı? Gerçekten biz onları yapışkan çamurdan yarattık.” “O, insanı bardak gibi (çınlayan) kupkuru bir balçıktan yarattı.” İnsanın diğer bir yönü ise, ona yaratılış gayesini hatırlatan, onu Rahmanî şeyler yapmaya sevk eden, manevî âlemleri seyrettirmeye vesile olan, aç-susuz kalmasına rağmen tarif edilemeyen lezzetler hissettiren, kötülükleri hoş göstermeyip ondan kaçınmayı ve hoşlanmamayı ihsas ettiren vs. rûhî tarafıdır. İnsanın üzerinde ruhun hakimiyeti zayıflar veya ceset hakim duruma geçerse, o zaman insan lezzet ve şehvetlerinde dolu dizgin gider. Aklın hududunu, dinin çizdiği sınırları hiçe sayar, âdeta zihni gücünü, yiyeceğin çeşidini, içeceğin türlüsünü elde etmeye harcar. Bütün tasası şehevî arzularını kamçılayacak maddeleri bulma, acıktırıcı, hazmettirici, iştah açıcı yolları öğrenmek olur. “Böylece ilmin, kültürün ve medeniyetin zirvesine çıktığı halde değirmen merkebinden, saban öküzünden farksız hale gelir, yemek odasıyla ayak yolu arasında mekik dokur durur. Bundan başka da ne bir prensipten ne de ikinci bir hayattan haberi olur ve bu ikisinin arasında dolaşıp durmaktan gayri bir şey tanımaz, kendisinde de yeme içme arzusundan başka, zevk ve safa duygusundan gayri, yemek için kazanma kaygısının dışında her şey ölür gider. Kur’ân’ın tasvirinden daha doğru ve daha ince tasvire imkân olmadığına göre sözü yine ona bırakalım. “Küfredenlere gelince, onlar dünyada sadece zevk u safa ederler, davarların yediği gibi yerler. Onların yeri de ateştir. aa- Oruç Cenab-ı Hakk’a Kavuşmayı Hatırlatır Oruçlunun her saati, her saniyesi Allah’ı ve Allah’ın nimetlerini hatırlatması ve netice itibariyle de en büyük nimet olan Allah’a lika (kavuşma) nimetini hatırlatması itibariyle çok kıymetlidir. Oruç bu fonksiyonunu iki türlü eda eder. Bunu, lezzetlerin zevaliyle zeval bulmayacak nimetlere iştiyak ve yine elemlerin zevaliyle gelen lezzet şeklinde özetleyebiliriz. Sabahtan akşama kadar aç ve susuz olan insan zahiren sıkıntı çekse de, bu ibadetin getireceği uhrevî semere (lika) bu elemleri unutturur. Oruçlu bütün gün şehvetini, yemesini ve içmesini hoşnutluğunu elde etmek için bıraktığı Rabbisine kavuşmayı düşünür. Bu düşünce sayesinde hayatının bütün fakülteleri istikamet dairesinde cereyan eder. Rasulü Ekrem de “Oruçlu için iki rahatlatıcı zaman vardır. Birisi iftar ettiği, diğeri de Rabbiyle buluşacağı zamandır.”buyurmaktadır. bb- Oruç İnsanı Melekiyete Yükseltir İnsanda melekî ve behimî olmak üzere iki yön vardır. İnsan hayvânî hislere ters istikamette yürüdüğü zaman melekî yönünün geliştiğini ve hayvanî tarafının azaldığını vicdanen hisseder. İnsan, meleklerin altında, diğer canlıların ise üstünde yaratılmıştır. Fakat Allah onu, yüceler yücesi bir makamdan, aşağılar aşağısı bir seviyeye uzanan çizgide yol almaya muktedir kılmıştır. Dolayısıyla insan yer yer melekler âlemini aşar, derece itibariyle onları geride bırakır. Zaman zaman da şeytanların altında bir yere sukut eder. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına atıverdik. Yalnız inanıp iyi işler yapanlar hariç. Onlar için kesintisiz bir mükâfat vardır.” İnsanı meleklerden ayıran özelliklerden birisi, onun nefis sahibi olmasıdır. Meleklerde yeme-içme, evlenme, Allah’a isyan etme vs. gibi davranışlar söz konusu değildir. Yaratılış icabı onlar masum, her an Allah’a tesbih ve taatle meşgul varlıklardır. “Ondan önce söz söylemezler ve onlar O’nun emriyle hareket ederler. (Allah) onların önlerinde ve arkalarında ne varsa (ne yapmış, ne etmişlerse) bilir. (Allah’ın) razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve onlar, O’nun korkusundan tir tir titrerler“. İnsana gelince, o hayatiyetini ancak yeme-içmeyle devam ettirebilir. İsyan etmesi, kusur yapması her zaman için muhtemeldir. Ama oruç tutan bir mü’mine gelince o, sabahtan akşama kadar yemeyip içmemesiyle, şehvetine hakim olmasıyla, gıybet ve zulümden kaçınmasıyla âdeta melekleşir. Hatta o bu davranışıyla melekleri bile geride bırakır. Cenab-ı Hakk, meleklere karşı böyle olan mü’min kullarıyla iftihar eder, onları meleklere örnek gösterir. cc- Oruç Nimetlerin Değerini Öğretir Cenab-ı Hakk, küre-i arzı bin bir çeşit nimetlerle donatmış ve onu yeryüzünün halifesi olan insanın emrine musahhar kılmıştır. Her gün önümüze âdeta semadan bir sofra indirilip diğeri kaldırılmakta, o kaldırılırken de hemen arkasından başka biri gelmektedir. Yaz, bahar, kış, sonbahar demeden ağaçlar meyve vermekte; sema, dolu dolu etekleriyle mücevherler göndermekte; zemin, çeşit çeşit nimetler fışkırtmaktadır. “Semada rızkınız ve size va’dolunan şeyler vardır.”[29] Yer ve gök insanın emrine sunulmuştur. İnsanlar, bu sayılamayacak kadar fazla olan nimetlerin içerisinde yüzerken, çoğu kez bu nimetlerin farkına varamamaktadırlar. “O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.” Denizin içindedirler ama, yüzmeyi kolaylaştıran sudan habersizdirler. Nimetler içinde yüzen insan, oruçla onların kıymetini ve ehemmiyetini anlar, şükrünü eda etmeye çalışır. dd- Oruç İnsanı İktisada Alıştırır İslâm’daki oruç ibadeti, insana güzel bir haslet olan iktisat düsturunu öğretir. Oruç, insanlara iktisadı öğreten bir muallim mevkiindedir. İstediği şeyi aklına geldiği zaman hiçbir sınırlama getirmeden yapmaya alışan kişi, oruçlu olduğu zaman mecburen onu yapamayacaktır. Mesela her aklına estiği zaman yemek yiyen, maddî olarak vücudunun arzularına boyun eğen insan, oruçlu olduğunda mecburen akşamın olmasını bekleyecek, dolayısıyla bu beklemeyle o, iktisat etmeyi öğrenecek, sorumsuzca yaşamaktan uzaklaşmış olacaktır. ee- Oruç Ruhu Olgunlaştırır İnsan, beden-ruh ikilisinden mürekkep bir varlıktır. Bedenin bir kısım ihtiyaç ve istekleri olduğu gibi, ruhun da kendine göre istekleri vardır. İnsan cismaniyeti itibariyle küçük bir varlıktır; ama ruhî melekeleri yönüyle o, sonsuzla kucaklaşma yarışındadır. Sınırsız meyilleri, arzuları, istekleri, duyguları, hayalleri, düşünceleri ve fikirleriyle insan sanki kainatın küçük bir fihristi hükmündedir. İşte böyle bir insanın ruhî yönünü ve bütün istidatlarını inbisat ve inkişaf ettiren meyillerinin, emellerinin tahakkukuna vesilelik eden, fikirlerini genişletip intizama tâbi tutan, şeheviyye ve gadabiyye gibi kuvvelerini zabt u rabt altına alan; insanı, mukadder olan kemalatına ulaştıran ve onu Rabbine rabteden en ulvî ve en yüksek irtibat ameliyesi ancak ve ancak ibadettir. Dolayısıyla bir ibadet şekli olan oruçta bütün bu hususiyetler mevcuttur. Peygamber Efendimiz bir hadislerinde: “Her şeyin zekâtı vardır, bedenin zekâtı da oruçtur. Oruç ise sabrın yarısıdır. buyurmaktadır. Namaz dinin direği, oruç ruhun direği ve gıdası, zekât da cemiyetin direğidir. Yani namazsız dinin, oruçsuz ruhun, zekât vermeden de cemiyetin ayakta durması zordur. Yemek cesedi beslediği gibi, oruç da ruhu besler. Yemek yenmeyince hayatı devam ettirmek nasıl zor ise, oruç tutmadan da ruhanî hayatı devam ettirmek o kadar zordur. Bu sebepledir ki, insanı ruhanîleştirmeyi hedefleyen bütün dinlerde, şekil farklılıkları bir tarafa bırakılacak olursa, oruç önemli bir esas olmuştur. Hatta insanları olgunlaştırmada rehberlik eden bütün peygamberler, böyle bir misyonu yüklenmeye hazırlanma dönemlerini hep oruçlu geçirmişlerdir. Bu da, yine orucun insanı olgunlaştırmadaki tesirini gösteren ayrı bir delildir. Evet, insanlarda ruh cesedin, ceset de ruhun rağmına gelişir. Ruhanî yönleri itibariyle gelişmek isteyenler mutlaka oruç tutmalıdırlar. Veya şöyle söyleyelim: Oruç tutmayanlar, cesetlerinin altında kalır ve istenen ölçüde ruhanî olgunluğa ulaşamazlar. ff- Oruç Nefsi Gemler Nefsin dizginlerini elde tutmak, insanlar için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Zira nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılara çeken ağırlıklar gibidir. Nefis daima insana kötülüğü emreder. Hz. Yusuf, “Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder. Doğrusu Rabbim gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur)” beyanıyla nefsi en güzel şekilde tanıtmaya çalışmıştır. Nefis, verdikçe büyüyen, büyüdükçe isteyen bir özelliğe sahiptir. Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselâm) da bir dualarında, “Ey Allah’ım, acizlik ve tembellikten, korkaklık ve cimrilikten, yaşlılık ve kabir azabından sana sığınırım. Ey Allah’ım, nefsime takvayı nasib eyle. Onu tertemiz yap. Zira sen temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen onun (nefsin) efendisi ve sahibisin. Ey Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, korkmayan kalbden, doymayan nefisten, kabul olmayan duadan sana sığınırım.” buyurmaktadır. Başka bir dualarında ise nefsin şerrinden, kötülüklerinden, başına getireceği gailelerden Allah’a sığınmıştır.] Bu anlamda insanı büyük tehlikelere sürükleyen zina hadisesine karşı oruç bir kalkan hükmündedir. Evlenme imkânı olmayanlar, Allah Resulü’nün (aleyhissalatu vesselâm) tavsiyesine göre oruç tutmalıdır. Zira oruç günahlara karşı bir kalkandır. Evet, nefsi kontrol altına almanın sembolü oruçtur. Bunun içindir ki, farz olan oruç, dinin temel rükünlerinden biri olmuş, insanın İslâm’ı nefsinde uygulamasının pratik ifadesi olan takvaya gerçekten ulaştıran yollardan biri sayılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi (günahlardan) korunmanız için size de farz kılındı.” Hasılı; oruçla insan, kendi nefsini Cenab-ı Hakk karşısında serkeşlikten kurtarır ve itaat eden bir kul haline getirir. Oruç tutan herkes, oruçlu olmadığı günlere nisbeten, daha bir melekleştiğini vicdanında hisseder. Yine herkes anlar ki, izin verilmedikçe en küçük bir şeyi dahi yapamaz, elini suya uzatamaz.. ve bu vesileyle de kendinin mâlik değil memlük; hür değil kul olduğunu anlar. Neticede nihayetsiz aczini, fakrını, kusurunu görür ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Yeter ki onu dinin verdiği ölçüler içinde tutsun. gg- Oruç İnsanı Günahlara Karşı Korur Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla bir zıtlaşmadır. Günaha giren kimse, kendini vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün ruhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir mazlum ve mağdurdur. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecali kalmaz. Yığın yığın günah vardır insanın geçip gittiği yollarda. Bu yollarda birer kobra gibi gözetler insanoğlunu günahlar.. birinden kurtulması mümkün olsa bile, diğerlerine kendini kaptırmadan yoluna devam etmesi bir hayli müşküldür. Polat gibi sağlam irade gerektir ki, aşılsın bu yollar. Yoksa diferansiyeli bozuk bir araba ile en sert virajları aşma gibi olacaktır ki, hangi çukurda gidip duracağını söylemek, her hâlde kehanet sayılmaz. İşte bu tehlikeye karşı oruç, kefil ve bir teminat hükmündedir. Bazı kimseler için, onları inhiraftan koruyucu bir sütredir. Masiyetlere karşı yapılmış bir tahşidattır. Evet o, bir kalkan gibi sahibini koruyan, onun cennete girmesine yardım için cennet surlarında sırlı bir kapı haline gelen ve elinde kâsesi bir sâki gibi ona kevserler sunan bir kutlu yoldaştır. Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm): “Ey gençler topluluğu! Evlenmeye güç yetirebileniniz evlensin. Zira bu (evlenme), gözü (haramlardan) koruyucu, ferci (apış arası) günahlara karşı muhafaza edicidir. Kim de evlenmeye muktedir değilse, o da oruç tutsun. Zira oruç, onun için bir kalkandır.” buyurmaktadır. Oruç bir temrindir; kişide cismani arzulara karşı koyma melekesini geliştirir. İnsan oruçlu olduğu anlarda her türlü negatif istek ve meyillere engel olmaya güç yetirdiği gibi, kazandığı bu dirençle oruçlu olmadığı zamanlarda da bu tür istek ve meyillerini zaptu rapt alabilir. Zira oruç sadece midenin aç bırakılması demek değil, aksine mide gibi bütün duygulara; göze, kulağa, kalbe, hayale ve sair maddî, manevî uzuvlara da oruç tutturmak, onları haramlardan, malayanî şeylerden çekmek ve her birisine mahsus ubudiyete sevk etmektir. Bu şekilde bir oruç tutan insan, “helâl” endeksli bir hayat yaşar. Efendimiz’e ait şu hadisi bu espri içinde yorumlamak gerekir: “Kim ki bana iki çene (dil) ve apış arası mevzuunda söz verir kefil olursa,ben de ona cennet için kefil olurum.” Dini hayatı kontrol altında tutmanın en etkili yolu oruçtur. Zira sürekli olarak midenin tok olması, insan vücudunun bütün organlarını, en yüksek enerji kapasitesine ulaştırır. Bu da nefsin arzu ve isteklerini, azgınlıklarının en son kertesine vardırır. O zaman da insanın dili çözülür, onu kontrol altına alamaz hale gelir. Evet, kontrolsüz dil, insanın ahiret hayatı için en büyük tehlikelerden biridir. Onu kontrol altına almanın tek çaresi ise nefsin arzu ve isteklerini kısıtlamak ve kesmektir. Oruç bu fonksiyonunu eda etmesi bakımından şayan-ı tavsiye tek reçetedir. Peygamberimiz’in şu hadisleri de bunu teyid etmektedir: “İçinizden biri oruçlu olduğu günlerde başkasına çirkin söz söylemesin, bağırıp çağırmasın. Eğer biri ona söver veya elle sataşırsa, “Ben oruçluyum” desin, “Kim oruçlu iken yalan konuşmaktan ve kötü hareketlerden vazgeçmezse, bilsin ki Allah’ın onun yemeyi ve içmeyi bırakmasına ihtiyacı yoktur. Hasılı; orucun en mükemmeli, mideye olduğu gibi, göze, kulağa, kalbe, hayale, fikre ve sair organlara da bir nevi oruç tutturmaktır. Yani onları haramlardan, mâlâyani şeylerden alıkoyarak her birisini kendilerine mahsus kulluğa sevk etmektir. Bunun yolu ise, insan vücudundaki en büyük fabrika mide olduğundan, oruç vasıtasıyla o kontrol altına alınabilirse, diğer azalar da kolayca ona tâbi kılınabilir. hh-Oruç Emanete Riayeti Öğretir Oruç, gizli ve aşikâr her zaman emanete riayet edilmesini öğretir. Zira Allah’ın helâl olarak kıldığı nimetleri yiyip-içmekten kaçınmayı sağlayacak, Allah’tan başka bir gözetici yoktur. Oruçlu, sabahtan akşama kadar Allah’ın hududuna riayet eder. Bütün imkânlar hazır olmasına, hiç kimse görmemesine rağmen mü’min, orucunu sürdürür. O, akşama kadar emaneti muhafaza hissiyle doludur. Oruca karşı gösterilen bu tavır, Müslüman’ın bütün hayatına akseder. Dolayısıyla oruç tutan insan, bütün hayatı boyunca kendisine emanet olarak verilen şeylere karşı son derece dikkatli davranır.Ahde Vefayı Öğretir Oruç Oruç, vefa duygusunun tezahür ettiği en güzel bir ibadettir. Zira oruç, Allah ile kul arasında yapılmış bir ahiddir. Kul, belirli zaman dilimlerinde belirli şeylerden vazgeçecek, dolayısıyla bu hareketiyle o, ahdinde vefalı olduğunu gösterecektir. Aynı zamanda insan, tuttuğu oruçlarla vefa duygusunu geliştirecek, vefa onun ayrılmaz bir parçası olacaktır. Bu durumu kazanan kimse, içtimâî, ailevî ve ferdî hayatında âdeta “vefa”dan bir abide haline gelecektir. ii- Oruç İnsana Müstağni Olmayı Öğretir Oruçla insan, nefsin kendisine fısıldamaya çalıştığı şeytani vesveselerin önüne bir set çeker, onun zimamını kendi eline alır, nefsi yönlendirmeye çalışır. Zira o, yemeğe, kadına ve dünyaya karşı kapalı bir durumdadır. Böylelikle o, nefisten ve beşerî duygulardan gelecek baskılardan âzâde olarak, izzetli bir hayat tarzına sahip olur. Ve Cenab-ı Hakk’ın, mü’minlerin bir sıfatı olarak bildirdiği izzet duygusunu yakalamış olur. “İzzet (üstünlük) ancak Allah’a, elçisine ve mü’minlere mahsustur.” Oruc sabrı oğetir Orucun en büyük faydalarından biri de şüphesiz insanı sabra alıştırmasıdır. Tuttuğu oruçla insan, bir sabır eğitimi görmüş olur. Zira o, acıktığında yemez, susadığında su içmez, kendisine yapılan kötülükler karşısında “Ben oruçluyum!” der, sabreder. Bu şekilde Rabbine doğru kanat çırparken, bir de sabrı kendine burak edinebilirse, Cenab-ı Hakk’ın maiyyetine erme şerefini elde eder. Oruç Sıkıntılara Katlanmayı Öğretir Her türlü nimetin içinde rahat bir şekilde hayatını devam ettiren kişinin bu durumu hep böyle sürüp gitmez. Zaman zaman, hiç beklenmedik bir yerde, beklenmedik bir zamanda fakirlik gelip başına konabilir. Beklenmeden gelen böyle bir durum karşısında dayanıklı olmak, sarsılmamak için önceden hazırlıklı olmak, vücudu böyle zamanlara göre de alıştırmak icap eder. İnsan zenginken, iflas edip fakirleşebilir, çıkan bir felâketle her şeyini kaybedebilir, meydana gelen bir harpte çeşitli sıkıntılarla baş başa kalabilir. İşte bu ve buna benzer sıkıntılar karşısında zor duruma düşmemek, ümitsizliğe kapılmamak için oruç ibadeti, âdeta bir intibak eğitimi yaptırıp vücudu yeme-içme gibi en zarurî ihtiyaçlara sabrettirerek başına ansızın gelecek olan birtakım sıkıntılara karşı hazırlamış oluyor ki, bu hazırlıkla insan dünyanın değişik sıkıntılarına, zahmet ve külfetlerine daha kolay bir şekilde karşı koyabilir. Aynı zamanda oruç, sıkıntılar ve ızdıraplar karşısında, boynu eğilmeyen, kendine hakim olan, kendisine takdim edilen bir kısım vaadler karşısında gerçek ve hak bildiği herhangi bir prensipten asla taviz vermeyen mükemmel ve ideal insanlar meydana getirir. Oruç İnsanı Nizam ve İntizama Alıştırı. Evet, oruçlu mü’min bir nizam ve intizam eğitimi yapar. Belirli vakitlerde yiyip, belirli vakitlerde kendini yeme-içmeden alıkoyması, namazlarına oruçlu olduğu zamanlarda daha da dikkat etmesi, bütün inananlarla aynı ânı bekleyip sahura kalkması, teravih namazını kılması vs. bunların hepsi onu intizama alıştıran ayrı ayrı birer vesiledir. Böylece mü’min, zamanını en güzel şekilde değerlendirerek, hayatını disipline etmiş ve ondan tam manasıyla istifade etmiş olacaktır. 2. Orucun Cemiyete Kazandırdıkları a- Oruç Cemiyette Birlik ve Beraberlik Sağlar Oruç sayesinde (hususiyle Ramazanda) insan, içtimaî hayatta diğer insanlarla muhtelif bağlar kurmuş olur. Bununla onlara karşı kuvvetli bir irtibat ve bağlılık duyar. Bütün inananların aynı anda oruca başlamaları; akşam, iftarı beraber beklemeleri, sahura kalkmaları, teravihi cemaatle eda etmeleri, kadir gecesini ihya etmeleri, beraberce bayrama girmeleri vs. çok sağlam bir kardeşliğe ve hakiki bir sevgiye vesile olur. Böylece inananlar, kendilerini Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) nurlu beyanlarında: “Birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımalarında ve birbirlerine şefkatle muamele etmelerinde mü’minlerin misali bir vücut gibidir. Nasıl ki vücudun bir uzvu rahatsızlandığında veya uykusuz kaldığında, sair uzuvlar birbirlerini aynı ızdırabı paylaşmaya çağırır. Müminlerde aynen böyledir/böyle olmalıdır.” şeklinde buyurduğu gibi, tek bir vücudun azaları halinde görürler. Bu yüce düşünceyle de cemiyette birlik ve beraberlik tesis edilmiş olur. Bir sofra etrafında bütün bir ailenin iftarı beklemesi, yani teker teker bu insanların, aynı zamanda gelecek aynı şeyi beklemeleri, bu kimseleri birbirlerine daha ziyade bağlayacaktır. Bu iftar bekleme hali, daha ziyade aile fertleri arasındaki sevgi ve muhabbeti arttırma, yani ailenin daha sağlam temeller üzerinde kurulmasını gerçekleştirme bakımından çok mühimdir. İslâmiyet’in bütün ailenin beraberce iftar sofrasına oturmasını ve iftarı beklemesini istemesinin hikmetlerinden biri de bu olsa gerektir. İftar bekleme aile fertleri arasında olduğu kadar birtakım davetler ile tanıdıkları, dostlar ve hatta tanıdık olmayanlar arasında da sevgi ve muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine yol açacaktır. b- Oruç Fakirin Halini Hatırlatır Oruç, bütün bir hayatını en seçkin ve lüks yemeklerle devam ettiren, hayatında hiç aç-susuz kalmayan, açlığın sıkıntısını hiç hissetmeyen, hatta belki açlığın nasıl bir şey olduğunu bile bilmeyen zengine, zamanın belirli günlerinde aç-susuz bırakmak suretiyle bizzat yaşayarak açlığın ve susuzluğun ne manaya geldiğini öğretir. Böylelikle zengin, fakirin durumunu anlayacak, aç-susuz kalmanın insana ne kadar zor geldiğini idrak edecek ve muhtacın yardımına koşacaktır. Bu şekildeki bir açlık (oruç), her türlü maddî imkâna sahip olan zenginlerin, fark u zaruret içinde olan kişilerin durumlarını anlamalarına, dolayısıyla onlara karşı olan tutum ve davranışlarının değişmesine, semahat hislerinin coşmasına, yardım etme duygusunun kabarmasına vesile olur. Zenginler bu davranışları sergilemeye koyulunca, fakirde zengine karşı olan haset ve kin duyguları izale olup bu iki sınıf arasındaki savaş diner, cemiyette sulh hakim olur. Hatta bir nevi fakir, zenginin malının koruyucusu olur. Binaenaleyh oruç bu mevzuda da bizim his ve heyecanlarımızı tahrik eder. Dolayısıyla zenginler kendileri gibi olmayanları görme fırsatını yakalar. Peygamber Efendimizin şu sözünü hatırlarlar: “Komşusu aç iken kendisi tok yatan bizden değildir.” Ancak aç durulduğu zaman açın, susuz durulduğu zaman da susuzun halinden anlaşılır. Bu yönüyle de görüyoruz ki, Cenab-ı Hakk’ın emri istikametinde arzu ve isteklerimizi frenleme ve emirlerine uyarak oruç tutma, kendimizi bu yolda perhize alıştırma, içtimaî hayatımıza dönük olarak bizi çok mükemmel bir rükün haline, mükemmel bir toplumun mükemmel bir parçası haline getirir. c- Oruç Dilenciliği Önler Oruçla nefsini terbiye eden, sıkıntılara katlanan, açlığa ve susuzluğa göğüs geren insan, eşya ve hâdiselere meydan okur bir duruma gelir. Artık ne açlık, ne susuzluk onu bağlayamaz. Başına hangi sıkıntı gelirse gelsin, günlerce aç kalsın, susuz kalsın, izzet ve haysiyetini, gurur ve onurunu hiçe sayıp da başkasına el açamaz. Hatta yoga yapanlar, Allah rızası için olmasa bile altı ay yemeden-içmeden yaşayabildiklerine göre, mü’minler tuttukları oruçlar sayesinde, arkalarında Allah’ın lütuf ve ihsanını da hissederek daha fazlasına katlanabilirler. Fakat oruçtan haberi olmayan, hayatının değişik dönem ve zamanlarında oruç tutmayan, böylelikle de kendini yememe ve içmemeye alıştırmayan insan, başına gelen muhtemel bir açlık ve fakirlik karşısında bütün izzet ve onurunu ayaklar altına alarak kapı kapı dilenmeye başlar 4. ORUCUN ÇEŞİTLERİ Oruç, farz, vacip ve nafile olmak üzere üçe ayrılır. Ayrıca tutulması yasaklanan oruçlar da vardır. Bunlar orucun bizzat kendisiyle değil de tutulduğu vakit veya tutulma şekliyle ilgilidir. Bu konu "Yasak Edilen Oruçlar" başlığı altında müstakil olarak ileride gelecektir. 1. Farz Oruçlar Farz olan oruçlar; Ramazan orucu, Ramazan orucunun kazası ve Ramazan orucunun bozulması sebebiyle tutulan kefaret orucu, zıhar, yanlışlıkla ve kaza ile adam öldürme, hacda iken vaktinden önce tıraş olma(halk) ve yemin için tutulacak olan kefaret oruçlarıdır. a. Ramazan Orucu: Ramazan ayında oruç tutmak farzdır. Farz oruç deyince Ramazan orucu kastedilir. Bu ay Ramazan orucuna tahsis edilmiştir. b. Ramazan Orucunun kazası. Bu, kendisine oruç farz olan bir kimsenin Ramazan ayında tutmadığı veya meşru bir ma'zeretinden dolayı bozduğu her günkü orucun karşılığı olarak, ramazan ayının haricinde oruç tutmasıdır. Buna göre bir kimse yolculuktan, hastalığının artmasından (bu durum hastanın kendi kanaatiyle veya uzman Müslüman bir hekimin bildirmesiyle olur); kadınlar da hayız, nifas gibi bir mazeretten dolayı oruç tutmaz veya bozarlarsa, tutamadıkları gün sayısınca oruç tutmaları farzdır. Bunu Kur’ân'ın şu ayeti ifade etmektedir: “Sizden kim hasta veya seferde olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar. Ramazan orucu kazaya kalan kimse, bunu kaza etmeden sonraki Ramazana ayı geldiğinde, gelen Ramazan orucunu tutar daha sonra kazaya kalan orucunu tutar. Çünkü kaza için zaman geniştir. Şafîîlere göre, bir ramazana ait kaza orucunu, diğer Ramazan gelmeden önce tutmak gerekir. Önceki Ramazan orucu tutulmadan ikinci bir Ramazan gelirse, gelen Ramazan orucu tutulur kazaya kalan oruçlar için hem kaza ve hem de her gün için bir fidye vermek gerekir. Çünkü kaza vaktinden çıkarılmıştır. Kazayı vaktinden sonraya bırakmak ise, yerine getirilmesi gereken bir ibadeti sonraya bırakmak gibidir. Yolculuk veya hastalık sebebi ile Ramazan orucunu tutamamış olan bir kimse, kazaya kalan oruçların tamamını veya bir kısmını kaza edebilecek bir zaman bulmuş iken, bunları kaza etmeden ölüm sürecine girmişse malının üçte birinden ödenmek üzere kazaya kalan her bir gün için bir fidye ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Bu fidye fakirlere verilir. Aynı şekilde meşru bir özrü olmaksızın kasden Ramazan orucunu tutmayan kimsenin de ister kaza edecek vakit bulsun ister bulamasın, öldüğü zaman malının üçte birinden fidye verilmesini vasiyet etmesi vacipdir. Çünkü yapılması mümkün olan bir ibadeti terk etmiştir. Böyle bir kimse vasiyet etmediği takdirde, varislerin bu fidyeyi vermeleri üzerlerine vacip değildir. Ama isterlerse kendi mallarından bir bağış olarak verebilirler. Ölen kimsenin vârisleri veya vârisi olmayanlar ölü adına orucu tutmak suretiyle kaza edemezler. Böyle beden ile yapılan ibadetlerde, başkasına vekalet edilemez. Ancak kendileri için tuttukları oruçların sevabını ölüye bağışlayabilirler. İmam Şafiîye göre, ölü vasiyet etsin veya etmesin, onun geriye bıraktığı malın tamamından kazaya kalmış oruçlarının fidyesi verilir. Böyle bir ölü adına da velisi oruç tutabilir. c. Kefaret Oruçları Ramazan Orucunun kefareti Ramazan orucunu, kasden, bilerek veya herhangi bir özür olmaksızın bozmak, kaza ile birlikte iki ay peşipeşine kefaret orucu tutmayı da gerektirir. Bu husus değişik hadislerde bildirilmiştir: Ebu Hureyre (r.a) dan rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurulmuştur: Bir adam Resulullah'a gelerek: ‘Mahvoldum!’ dedi. Peygamber Efendimiz: ‘Seni mahveden şey nedir?’ buyurdu. Adam: ‘Ramazan’da hanımımla ilişkide bulundum.’ dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): ‘Köle azad edecek kadar mal bulabilir misin?’ buyurdu. Adam: ‘Hayır’ dedi. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): ‘Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?’ buyurdu. Adam: ‘Hayır’ dedi. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): ‘Altmış fakiri doyuracak kadar mal bulabilir misin?’ buyurdu. Adam yine: ‘Hayır’ dedi. Sonra adam oturdu. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm)’e bu esnada bir zenbil içinde hurma getirildi. Peygamber Efendimiz bu hurmaları adama uzatarak, ‘Bunları sadaka olarak ver.’ buyurdu. Adam: ‘Bizden daha fakiri mi vardır?’ Medine'nin doğusu ve batısındaki siyah taşlık yerler arasında bizden daha muhtaç bir aile yoktur.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) dişleri görününceye kadar gülümsedi ve şöyle buyurdu: ‘Git bunları ailene yedir.’] Ebu Hureyre (r.a) dan rivayet edilen bir başka hadiste şöyledir: “ Bir kimse Ramazan ayında orucunu bozmuştu. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselam) ona bir köle azat etmesini buna gücü yetmiyorsa iki ay oruç tutmasını bunu da yapamıyorsa altmış fakiri doyurmasını emretti.” Konu ile ilgili bir diğer hadiste şu şekildedir: “Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Ramazan ayında orucunu bozan bir kimseye kefareti zıharı emretti.” Biraz sonra açıklanacağı üzere kefaret-i zıhar da iki ay peşpeşe oruç tutmak vardır. Şafiî mezhebine göre sadece cinsi münasebet yolu ile kasden bozulan Ramazan orucundan dolayı kefaret orucu gerekir. Zıhâr Kefareti "Zihâr", sırt anlamına gelen "zahr" kelimesinden türetilen bir kelimedir. Anlamı : "sırtlaşma, sırtını sırtına benzetme" demektir. Istılahî manası ise bir kimsenin karısının vücudunun tamamını veya onun yarısı gibi bir kısmını veyahutta tümüne delâlet edecek bir uzvunu, kendisine ebedî olarak haram bulunan annesi ve kız kardeşi gibi bir kadının tamamına veya bakması haram olan bir uzvuna benzetmesi demektir. Mesela, hanımına: "Sen bana anam gibisin, sen bana anamın arkası gibisin, senin boynun annemin arkası gibidir." demesi gibi. Bu şekilde söz söyleyen mükellef bir müslümana kefaret gerekir. Ve bu kefareti yerine getirmeden karısı ile ilişki kurması helâl değildir. Çünkü bu şekildeki bir ifade ile yalan konuşmuş ve helâl olan bir şeyi haram göstermiş olmaktadır. Zıharın kefareti peşpeşe iki ay oruç tutmaktır. İşte bu şekilde kefaret-i zıhar olarak peşpeşe iki ay oruç tutmak da farz olan oruçlardandır. Eğer bu şekilde oruç tutmaya güc yetirilemiyorsa altmış fakirin sabah-akşam doyurulması gerekir. Yemin kefareti Yemin keffareti, yaptığı bir yemine bağlı kalmayıp onu bozan bir müslümana gereken kefarettir. Böyle bir kimsenin gücü yetiyorsa, on fakiri akşam-sabah doyurması veya on fakiri vücudun tamamını örtecek şekilde giydirmesi gerekir. Bu itibarla sadece bir pantolan yeterli olmaz. Bu na gücü yetmiyorsa üç gün arka arkaya oruç tutar. Bu şekilde yemin kefareti olarak tutulması gereken oruç da farz olan oruç grubundandır. Bu oruç arasına, hayız sebebiyle dahi olsa, bir kesinti girerse yeniden tutulması gerekir. Şafiîlere göre, bu orucu peşpeşe tutmak şart değildir. Traş Olma Keffareti Traş kefareti, hac için ihrama girip de, bir özürden dolayı saçlarını vaktinden önce traş ettirenin tutacağı üç gün oruçtan ibarettir. Bu orucun arka arkaya tutulması şart değildir, ayrı ayrı günlerde de tutulabilir. Adam Öldürme (Katl) Kefaret Bir müslümanı veya İslâm idaresi altında yaşamakta olan bir gayr-i müslimi (zimmîyi) kasıdlı olarak değil de, bir hata sonucu öldüren bir müslümana gereken kefarettir. Gücü varsa bir mü'min köle veya cariye azad eder. Buna gücü yoksa iki ay arka arkaya oruç tutar. 2. Vacip Oruçlar Nezredilen (adak olarak belirlenen) oruçlarla, başlanıp bozulmuş nafile oruçların kazası olmak üzere iki kısımdır. Nezir orucu Nezir, mükellef olmadığı halde Allah'a ta'zim için yapılmasında sakınca olmayan bir fiilin yapılmasını üstlenmek, kendi üzerine mecbur kılmaktır. Sadece Allah rızasını kazanmak için namaz, oruç, kurban gibi ibadet cinsinden bazı şeyleri nezretmek makbuldür ve sevaba vesiledir. “Nezrim olsun yarın Allah rızası için oruç tutayım (veya) muhtaçlara şu kadar yardım edeyim..” gibi. Böyle bir nezirde bulunan insana, nezrettiği şeyi yerine getirmesi vacip olur. Zira Cenab-ı Hakk: “… Nezirlerini yerine getirsinler.”[46] buyurmaktadır. Allah Rasulü de: “Her kim Allah'a itaat edeceğini adarsa, itaat etsin, her kim de Allah'a isyan edeceğini adarsa, Allah'a asi olmasın.” buyurmuşlardır. Nezredilen bir oruçta, orucun tutulacağı gün belirlenmişse, mesela falan ayın falan günü gibi, bu muayyen bir vacip olur. Ve tayin edildiği günde tutulması gerekir. Nezredilen itikaf orucu da belirli günde tutulacağı için muayyen bir vacip sayılır. Orucun tutulacağı gün tayin edilmemişse, gayr-ı muayyen vacip olur. Oruç tutmanın yasaklanmadığı( Ramazan Bayramı’nın 1. günü ile Kurban Bayramı’nın 4 günü oruç tutmak caiz değildir) her hangi bir günde tutulabilir. b)Bozulan nafile orucun kazası. Prensip olarak başlanılan bir ibadeti özürsüz olarak bozmak haramdır. Çünkü başlanmış bir ibadeti devam edip bitirmek vacibdir. Ayet-i Kerîme de şöyle buyurulmaktadır: " ..Başlanmış olan her hangi bir ameli bozacak bir fiil de bulunarak amellerinizi ibtal etmeyin" (Muhammed, 47/33) Başlanılan bir ibadetin tamamlanması esas olmakla birlikte nafile olarak başlanılan namaz veya oruç gibi bir ibadet tamamlanmadan, herhangi bir sebepten dolayı bozulsa, bilahare kaza edilmesi gerekir. Ziyafet, davet gibi bir sebeple nafile orucun bozulabileceği söylenmiştir. Şöyleki davet edildiğinde yemek yemediğinde davet sahibi alınacaksa bu durumda orucu bozar. Eğer böyle bir durum söz konusu değilse orucunu bozmaz Bununla ilgili olarak Hz. Aişe validemiz şu hâdiseyi bizlere nakleder: “'Ben ve Hafsa oruçlu idik. Bize bir yemek getirildi. Canımız yemeği çekti, biz de onu yedik. Daha sonra Rasûlullah gelince, Hafsa benden önce hemen Rasulullah'a şöyle dedi: “'Ey Allah'ın Rasulü! Biz oruçlu idik. Bize bir yemek getirildi. Canımız çekti bizde onu yedik.”' Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)) şöyle buyurdu: “Bu günün yerine, başka bir günde kaza olarak bir gün oruç tutunuz.” Burada bir hususun üzerinde durmak istiyoruz. Biraz önce ifade edildiği üzere başlanılan ibadetin tamamlanması vaciptir. Yani vacip olması orucun bozulmasına değil başlanılmış olmasına bağlıdır. Başlanılan ibadetin bir şekilde tamamlanması gerekir. Dolayısıyla vacibe dönsün de sevabı daha fazla olsun düşüncesiyle nafile orucun bozularak başka bir gün kaza edilmesi düşüncesi doğru değildir. Böyle bir davranış ibadetlere gösterilmesi gereken ciddiyete uygun düşmez Nafile oruç tutmaya başlayan bir kadın, adet görecek olsa, bu orucu kaza etmesi gerekir. Şafiîlere göre nafile oruç tutan bir kimse orucu bozulduğunda veya bozduğunda dilerse bu orucu kaza eder, dilerse etmez. 3. Nafile Oruçlar Diğer bir adı da tatavvu olan nafile, farz olmayan ibadetlerle Allah'a yaklaşmadır. Kutsî bir hadiste Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm), nafilenin önemini şu sözleriyle ifade buyurmuşlardır: “Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder. Nihayet ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”[49] Yine nafile olarak tutulan orucun fazileti hakkında Allah Resulü şöyle buyururlar: “Her kim Allah için bir gün oruç tutarsa, Allah Teâlâ yetmiş sene onun yüzünü cehennemden uzaklaştırır.” Nafile oruçların bir kısmı sünnettir. Sünnet olan oruçlar üzerinde durmaya çalışacağız. Bunun dışında bir kimse oruç tutulması yasaklanan günlerin dışında dilediği zaman Allah rızası için oruç tutabilir ve sevabına nail olur. Şimdi sünnet olan oruçlara geçiyoruz: Sünnet Olan Oruçlar Savm-ı Dâvûd Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselâm) farz orucun dışında nafile olarak tutulan en faziletli orucun Savm-ı Dâvûd olduğunu bildirmiştir: Abdullah b. Amr rivayet ediyor: “Rasulullah (aleyhissalatu vesselâm)’a benim, yaşadığım müddetçe mutlaka geceleyin namaz kılacağım ve gündüzün oruç tutacağım, dediğimi haber vermişler. Bunun üzerine Resulullah (aleyhissalatu vesselâm), ‘Bunu sen mi söylüyorsun?’ diye sordu. Kendisine, evet, bunu ben söyledim ya Rasulallah, dedim. Rasulullah (aleyhissalatu vesselâm), “Ama senin buna gücün yetmez. Sen bazen oruç tut, bazen tutma, kâh uyu, kâh namaz kıl. Bir de her aydan üç gün oruç tut. Çünkü yapılan bir hayırlı amele mukabil on misli sevap verilir. Bu üç gün oruç bütün senenin orucu gibidir.” buyurdu. Ben, bundan daha fazlasına takat getirebilirim, dedim. Rasulullah (aleyhissalatu vesselâm): “Bir gün oruç tut, iki gün oruçsuz dur.” Buyurdu. Ben, “Bundan daha fazlasını yapabilirim.” dedim. Bunun üzerine, “Bir gün oruç tut, bir gün tutma. Bu en dengeli oruçtur.” buyurdular. Ben bundan daha iyisini yapabilirim” deyince “Bundan daha iyisi daha faziletlisi yoktur.” buyurdular. Başka bir hadislerinde de Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm): “En faziletli oruç, Davud’un (a.s.) tuttuğu oruçtur. Davud (a.s.) bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı.” buyurmakla bu orucun faziletine işaret etmiştir. b. Pazartesi-Perşembe Günlerinde Oruç Rasulü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm) bazı zamanlarda ibadet ü taata daha çok özen gösterir, diğer vakitlerdekinden daha hassas davranırdı. Hz. Aişe de bu mevzu ile alâkalı olarak: “Allah Rasulü, Pazartesi-Perşembe günleri oruç tutmaya çokça özen gösterirdi.” buyurmaktadır. Allah Rasulü’nün hususiyle bu günlerde oruç tutmasının sebebi ise, bu günlerin insanların amellerinin Cenab-ı Hakk’a arz edildiği günler olmasıdır. Üsame b. Zeyd (r.a.) şöyle rivayet etmektedir: Ben Peygamber Efendimizin, Pazartesi-Perşembe günleri oruç tuttuğunu görünce, O'na bunun sebebini sordum. Bana şu cevabı verdiler: “Ameller, Cenab-ı Hakk’a Pazartesi-Perşembe günleri arz olunurlar. Ben istedim ki Cenab-ı Allah'a amelim arz olunurken oruçlu olayım.” Başka bir rivayette de Rasulullah'a, Pazartesi günü tutulan oruçtan sordular. Peygamber Efendimiz: “Ben o gün dünyaya geldim ve o gün peygamberlik verildi veya bana vahiy indirilmeye başlandı.”buyurmuşlardır. c. Eyyam-ı Bîyz veya Her Aydan Üç Gün Oruç Tutmak Her ay üç gün oruç tutmak, Rasulullah'ın güzel âdetlerindendir. Oruç tutulan bu günlerin kamerî ayın 13, 14, 15. günlerinde olması daha faziletlidir. İşte bu günlere “eyyam-ı biyz” denilir. Bu ismin verilme sebebine gelince, bu zaman dilimlerinde geceleri ay, gündüzleri de güneş ile aydınlatılmış olmasındandır. Bu günlerde tutulan oruçların sevabı, katlanmak suretiyle yıl boyu tutulan orucun sevabı kadardır. Bir iyiliğe karşı on sevap verildiğine göre, -kim bir iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır[56]- ayda üç günü on ile çarparsak otuz gün eder. Yani bu günlerde oruç tutan kişi, her gün oruç tutmuş sevabını elde eder. Ebu Hureyre (r.a.) rivayet ediyor: “Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bana üç şeyi tavsiye buyurdu. Bunlar: 1. Her ayda üç gün oruç tutmak, 2. İki rekât kuşluk namazı kılmak 3. Yatmadan önce vitir namazı kılmak. Ebu Zer (r.a.)’in rivayetine göre ise, Rasulullah şöyle buyurmuşlardır: “Ey Eba Zer! Aydan üç gün oruç tuttuğun zaman 13, 14 ve 15. günlerinde tut. d. Arefe Günü ve Zilhicce Ayında Tutulan Oruç Hacı olmayanlar, arefe günü oruç tutabilirler. Bu gün, kamerî aylardan Zilhicce’nin 9. günüdür. Peygamber Efendimiz, bu gün tutulan orucun, geçmiş ve gelecek birer yıllık günaha kefaret olacağını bildirmiştir. Bu günün faziletiyle alâkalı olarak da: “Arefe gününden daha çok Allah'ın cehennem ateşinden insanları âzad ettiği bir gün yoktur.”buyururlar. Hacceden insanların arefe günü oruç tutmaları Rasulü Ekrem tarafından yasaklanmıştır. Zira bu gün oruçlu olan kimse hac menâsikini yapmakta zorlanır, belki tam manasıyla ifa edemez. O zaman da öncelikle yapması gereken vazifeyi, ikinci dereceye atmış olur ki, bu da doğru bir şey değildir. e. Şevval’de Tutulan Altı Gün Oruç Kamerî aylardan olan Şevval, Ramazan'dan sonra gelen ayın adıdır. Bu ayda da altı gün oruç tutmak sünnettir. Zira Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bir hadislerinde: “Her kim Ramazan orucunu tutar da sonra buna Şevval ayından altı gün ilave ederse, bütün yılı oruçlu geçirmiş gibi olur.” Aşûre günü, kamerî ayların birincisi olan Muharrem ayının 10. günüdür. Aşûre gününün orucu hakkında İbni Abbas (r.a.) bize şu malumatı aktarır: “Rasulullah (aleyhissalatu vesselâm) Medine'ye hicret ettiğinde Yahudilerin Aşure gününde oruç tuttuklarını gördü ve: “Bu oruç nedir?” diye sordu. Kendisine şöyle cevap verildi: “Bu gün iyi bir gündür. Allah Teâlâ bu günde Musa (a.s.) ile İsrailoğullarını düşmandan kurtarmıştır. Bu sebeple Musa (a.s.) bu günde oruç tutmuştur.” Peygamber Efendimiz de (aleyhissalatu vesselâm): “Ben Musa'ya sizden daha yakınım” buyurdu ve bu günde oruç tutulmasını emretti.” Bu durum Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar devam etti. Daha sonra ise Rasulü Ekrem (aleyhissalatu vesselâm) Aşure orucu mevzuunda insanları muhayyer bıraktı. Şu hadis-i şerif bu muhayyerliği ifade eder: “Bu gün Aşure günüdür. Bu günde oruç tutmak sizlere farz olmamıştır. Dileyen oruç tutsun, dileyen tutmasın.” h. Şaban Ayında Tutulan Oruç Rasul-ü Ekrem’in tuttuğu oruçlardan birisi de, Şaban ayında tuttuğu oruçtur. Rasulullah (aleyhissalatu vesselâm) bu ayda oruca kendini daha çok verir, hatta Ramazan'la bitiştirirdi. Ümmü Seleme validemizin rivayet ettiği bir hadiste: “Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm)' in yıl içinde Şaban ayı dışında tam bir ay oruç tuttuğu olmamıştır. Şaban ayını Ramazan'a bitiştirirdi.” denmektedir. Hz. Aişe (r.anha) de bu mevzuda şu haberi bize nakleder: “Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) Şaban ayından daha fazla hiçbir ayda oruç tutmazdı. Şaban ayının tamamını oruçlu geçirirdi.” b. Yasak Edilen Oruçlar aa. Peş peşe Tutulan Oruç: “Visal orucu” denen bu oruç şekli iki veya daha fazla gün hiç iftar etmeden tutulan oruçtur. Şefkat ve merhamet timsali Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bu şekilde yapanları ihtar etmiş, onlara visal yapmamalarını tavsiye buyurmuştur. Hz. Aişe validemiz, bu durumu ifade eden bir beyanlarında: “Peygamber (aleyhissalatu vesselâm) Müslümanlara acıdığı için, visal orucunu (iftar etmeksizin devamlı oruç tutmayı) yasaklamıştır.”demiştir. bb. Her gün Tutulan Oruç İslam, her şart ve zeminde yaşanabilecek bir enginliğe sahiptir. Herkesin yaşayabileceği kolay bir dindir. O’nda insanların üstesinden gelemeyecekleri hiçbir hüküm yoktur. O’nda her şey itidalli bir şekilde olup, ifrat ve tefrit bulunmamaktadır. Bir insanın her gün oruç tutması bir kısım menfi neticeler verebilir. Vücudunu zayıflatabileceğinden diğer bedenî vazifelerini aksatabilir, cemiyetle tam olarak kenetlenemez, belki ferd-i ferid olarak yaşama mecburiyetinde kalabilir. Veyahut da her gün oruç tuta tuta açlık onda alışkanlık haline gelir, dolayısıyla oruçtan elde edilecek pek çok fayda kaybedilmiş olur. İşte bunlardan dolayıdır ki Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm) insanların devamlı oruç tutmalarını istememiş, böyle yapanların oruç tutmuş sayılmayacağını bildirmiştir. cc- Şek Günü Tutulan Oruç Şek günü, Şaban ayının otuzuna denk gelen gündür. Bugünün oruçlu olarak geçirilmesini Rasûlullah (aleyhissalatu vesselâm) yasaklamıştır. Bunda şu hikmetler gözetilmiş olabilir: Müslümanların Ramazan ayına zinde bir şekilde girmeleri, ibadetlerin başlangıç ve bitiş zamanlarını iyice araştırma ve buna göre hareket etmeleri, bunun bir âdet haline gelerek, Ramazanın başlangıcının değişmesi ihtimali vb. Bu mevzuda şu rivayetleri görmekteyiz. Ammar b. Yasir şöyle rivayet etmektedir: “Kim şek gününde oruç tutarsa Ebu'l Kasım'a (Peygamber Efendimiz'e) karşı gelmiş olur.” Diğer bir rivayette de Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Sizden herhangi biriniz Ramazan'dan bir veya iki gün önce oruç tutmasın. Ancak eskiden beri tutageldiği bir oruç varsa tutsun.”[69] İkinci hadisten, eğer bir kişinin eskiden beri tuttuğu bir oruç varsa ve bu şek gününe denk gelmişse bunda herhangi bir mahzurun olmadığı anlaşılmaktadır. dd- Bayram ve Teşrik Günlerinde Tutulan Oruç Tutulması yasaklanan oruçlardan biri de, Ramazan bayramının birinci günü ile Kurban bayramı günlerinde tutulan oruçlardır. Bayram günleri, yeme-içme, Müslümanlarla bayram sevincini yaşama, onlarla beraber sofraya oturma günleridir. Bu zamanlarda Müslüman oruç tutmayacak, diğer Müslümanlarla beraber aynı şeyleri paylaşmaya çalışacaktır. Bunun için Allah Rasûlü (aleyhissalatu vesselâm) bu günlerde oruç tutmayı yasaklamış, bu günlerin âdeta Allah'ın insanlara açtığı birer ziyafet sofrası olduğunu bildirmiştir. Ukbe b. Amir'n rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): “Arefe günü, Kurban bayramı günü ve teşrik günleri biz Müslümanların bayramıdır. Bu günler yeme-içme ve Allah'ı anma günleridir.” buyurmuştur. Yine bu mevzuda Ebû Saîd el- Hudri'den de şu rivayet vardır: “Allah Rasûlü (aleyhissalatu vesselâm) şu iki günde oruç tutmayı yasak etti. Bunlar Ramazan ve Kurban bayramı günleridir.” ee- Sadece Cuma Günü Oruç Tutmanın Hükmü Cuma günü Müslümanların bayram günüdür. Orucu bugüne tahsis edip tutmak Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) tarafından yasaklanmıştır. Bir hadislerinde Peygamber Efendimiz: “Geceler arasında sadece cuma gecesini ibadete tahsis etmeyin, yine günler arasında oruç tutmak için sadece cuma gününü tahsis etmeyin. Ancak sizden biri âdeti olan bir oruç tutuyorsa bu müstesnadır.” buyurmuşlardır ff- Hayız ve Nifaslıların Oruç Tutması Kadınlardan hayız ve nifaslı olanlar bu dönemlerinde bazı ibadetlerden muaf tutulmuşlardır. Böyle bir durumda kadın oruç tutmayacak, namaz kılmayacaktır. Ancak bu devre Ramazan'a denk gelirse, tutamadığı gün sayısınca başka zaman tutacaktır. Bir rivayette Muaz (r.a.) şöyle demektedir: “Ben Hz. Aişe (r.a.)'ye hayızlı bir kadının sadece orucu kaza edip, namazı etmediğinin sebebini sordum. O şöyle cevap verdi: “Biz Rasûlullah ile beraber bulunduğumuzda, hayızlı iken sadece orucu kaza etmemizi söyler, namaz hakkında herhangi bir emirde bulunmazdı.”[ 5. ORUÇLUNUN DİKKAT ETMESİ GEREKEN HUSUSLAR Her ibadette olduğu gibi, oruç ibadetinde de yerine getirilirken dikkat edilmesi gereken hususlar vardır. Orucun istenilen çerçevede yerine getirilmesi, onun ruh ve manasının duyulup, hissedilmesi adına şu hususlara dikkat edilmesi lâzımdır. 1- Oruca Başlama ve Bitirme a- Sahur aa- Bir Lokma Bile Olsa Sahurda Bir Şeyler Yemek Sahur, gece yarısı ile tan yerinin ağarışı arasında yenen yemeğin adıdır. Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm), bir lokma dahi olsa sahura kalkıp yemek yemeyi tavsiye etmiş, sahurda bereketin olduğunu ve sahura kalkanlara meleklerin duada bulunacağını bildirmiştir. Ebu Said el-Hudri (r.a.)’den rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Sahurda bereket vardır Bir yudum su içmek dahi olsa sakın onu terk etmeyin. Zira sahura kalkanlara Allah (c.c) rahmet eder, melekler de istiğfar ederler.”Bu vakitler, en bereketli ve en verimli zamanlardır. Bu bereket değişik cihetlerden olabilir; bunları Efendimizin sünnetine uyma, sahurla oruç ve diğer ibadetler için güç ve kuvvet kazanma, dinç olma, şiddetli açlığın meydana getirebileceği kaba davranışlara engel olma, dua ve Allah'ı anmaya vesile olma şeklinde sayabiliriz. Yine sahur, yapılan duaların, kılınan namazların, okunan Kur’ân'ların Cenab-ı Hakk’a ulaşacağı anlardır. bb- Sahuru Geciktirme Oruçlunun dikkat etmesi istenen davranışlardan birisi de, sahuru son vaktine kadar tehir etmesidir. Bu tehirde, Peygamber Efendimizin ümmetine karşı gösterdiği şefkat ve merhamet vardır. Zira bazı bünyeler uzun süre açlıktan fazlaca muzdarip olabilirler. Dolayısıyla sahurun son vaktine kadar geciktirilmesi, oruç süresinin az da olsa kısalmasını sağlar. Ayrıca sahura gecenin başlangıcında veya biraz daha sonraki vakitlerde kalkılması, sabah namazının kaçırılmasına sebep olabilir. Son vaktine tehirinde ise, sabah namazının vakti yakın olduğundan kaçırılmaması ihtimali daha büyüktür. Bu mevzuyla alâkalı olarak Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm): “İftarı acele yapıp, sahuru te'hir ettikleri müddetçe ümmetim hayır üzerindedir.” buyurmuşlardır. b- İftar aa- İftarı Hemen Yapma Akşam vakti girdiği zaman oruçlunun hemen iftar etmesi sünnettir. Resulü Ekrem önce iftar yapar daha sonra akşam namazını kılardı. İftarı vakti gelince hemen yapmada insanlara karşı gösterilen şefkat ve merhamet vardır. Sabahtan akşama kadar aç duran insanları, vakti girdiği halde, iftarı tehir ederek zor duruma sokmayı, İslâm’ın engin şefkatiyle telif etmek zordur. Ayrıca bunda, Cenab-ı Allah’ın davetine icabette acele etme, müstağni davranmama manası da vardır. Bunun için Peygamber Efendimiz, ümmetini iftarda acele etmeye teşvik etmiş, onu gözünün nuru olan namazın dahi önüne almıştır. Ve bir hadislerinde: “İnsanlar iftarı acele yapmaya devam ettikleri sürece, hayır üzerindedirler.”buyurmuşlardır. bb- İftarı Su veya Hurma İle Açma Oruçlu bir kimsenin iftarını hurma veya su ile açması sünnettir. Allah Rasûlu iftarını varsa hurma ile, o da yoksa su ile açardı. Daha sonra da akşam namazını eda ederdi. Hz. Enes (r.a.)'in naklettiğine göre: “Rasûlullah (aleyhissalatu vesselâm) namaz kılmadan önce birkaç tane yaş hurma ile iftar ederdi. Eğer yaş hurma bulunmazsa kuru hurma ile iftar ederdi. Eğer kuru hurma da yoksa birkaç yudum su içerdi.” Süleyman b. Amir'in rivayetine göre ise Allah Rasûlû şu tavsiyede bulunmuştur: “Sizden biriniz oruçlu olduğunda hurma ile iftar etsin. Şayet hurma bulamaz ise, su ile iftar etsin. Zira su çok temizleyicidir.” cc- İftar Vaktinde Dua Birtakım kimseler vardır ki, dualarına icabet edilir, elleri geriye boş olarak dönmez. İşte bunlardan birisi de iftar vaktinde ellerini Cenab-ı Allah'a açıp yalvaran insandır. Zira Peygamberimiz (aleyhissalatu vesselâm): “Üç kişi vardır ki, bunların duaları reddolunmaz. Bunlar, oruçlunun iftar vaktindeki duası, adil olan imamın duası ve bir de mazlumun duasıdır.” buyurmuşlardır. Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm)’ in iftar vaktinde okuduğu dua ise şöyledir: “Allah'ım; senin rızan için oruç tuttum, senin rızkınla orucumu açtım. Susuzluk gitti, damarlar ıslandı. İnşaallah ecir ve sevap da sabit oldu.” 2. Kötülüklerden Uzak Durma Oruçlu, kötülüklerin bütününe karşı kapılarını sonuna kadar kapatmalı, onlara geçit vermemelidir. Bunun için de: aa- Gözü Muhafaza Etme Göz, Allah'ın insana verdiği en kıymetli azalardan biridir. Görmesini, tefekkür etmesini, dış dünya ile olan alâkasını sağlayan şey insanın gözüdür. Kafaya ve kalbe giden şeyler gözlerden süzülerek giderler. Âdeta onların ilk kapısıdır göz. İnsan, hususiyle de oruçlu olduğu zaman gözünü zehirli ok hükmünde olan haramlardan, kalbi meşgul edebilecek mâlâyani şeylerden muhafaza etmelidir. Allah Rasûlu: “Harama bakmak, lanetlenmiş şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim Allah'tan korktuğu için onu terk ederse, Allah (c.c.) o kuluna kalbinde tatlılığını hissedebileceği bir iman ihsan eder.” buyurarak gözle girilecek günahlara dikkatleri çekmiştir. bb- Dili Muhafaza Etme Dili; yalandan, gıybetten, haram şeyleri konuşmaktan, başkalarının eksiklerini söylemekten, kavga ve gürültüden koruyup zabt-u rapt altına almaktır. Bunun yanında Kur’ân'la, evrad u ezkarla meşgul olma, uhrevî âlemi hatırlatacak, tefekküre sebep olacak eserleri okumaktır. Oruçlu kavga-gürültü çıkarmayacak, sövene mukabelede bulunmayacak, cahilâne tutum ve davranışlar içine girmeyecektir. Kendisine bu mevzuda herhangi bir sataşma olursa, oruçlu olduğunu, mukabele etmeyeceğini, bu mevzuda ona karışmayacağını söylemelidir. Zira Rasûlü Ekrem: “Oruç, mü'min için bir kalkandır. Binaenaleyh sizden biriniz oruçlu iken, kötü şeyler konuşmasın, cahilane hareket etmesin. Eğer bir kimse kendisine sövecek olur veya çatacak olursa ‘Ben oruçluyum.’ desin” buyurmaktadır. Oruçlu olduğu halde, bir sürü dedikoduya dalan, diline hâkim olmayan, sadece midesine bir şey koymamakla iktifa eden, oruçtan hâsıl olacak mükâfattan mahrum kalır. Kâr olarak yanına sadece susuzluk ve açlık kalmış olur. Bunu da Allah Rasûlü (aleyhissalatu vesselâm) şu beyanlarıyla ifade etmişlerdir: “Yalan konuşmayı, yalan sözlerle amel etmeyi terk etmeyen kimsenin, yemesini, içmesini terk etmesine Allah’ın ihtiyacı yoktur.”[83] Başka bir yerde de şöyle buyururlar: “Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan, susuzluk çekme ve açlıktan başka bir kazancı yoktur. Nice geceleyin kalkıp nafile ibadet yapanlar vardır ki, bu kalkmasından ötürü, uykusuzluktan başka bir kazancı yoktur.” cc- Kulağı Muhafaza Etme Allah'ın insanlara değerli bir emanet olarak verdiği kulağın da, yalan, gıybet, dedikodu gibi çirkin şeylere karşı kapalı tutulması, onların konuşulduğu yerlerden uzaklaşılması, mü'min için yapılması gerekli olan bir davranıştır. Çünkü konuşulması çirkin olan bir şeyin, dinlenilmesi de o kadar çirkindir. Kur’ân şu kudsî beyanıyla, yalan dinlemeyi, ona kulak kesilmeyi çok çirkin görmüştür: “Onlar devamlı yalan dinler ve haram yerler.” dd- Diğer Organları Muhafaza Etme İnsanın, hususiyle de oruçlunun bütün azalarını günahlardan koruması ve bunları koruma adına âdeta mayınlı bir tarlada geziyormuş gibi dikkatli olması gerekir. Kısacası o, elini, ayağını, başını, kulağını şeytandan gelecek oklara karşı, zırha sokmalı ve onlardan müteessir olmamaya çalışmalıdır. İslâm büyükleri de orucu, üç mertebeye ayırmışlardır Bunlar 1- Avamın orucu: Bu oruç, mide ve tenasül uzvunu şehvetlerden sakındırmadır. Yani, yemek, içmek ve cinsî münasebette bulunmaktan kendini korumaktır. 2- Havassın orucu: Kulak, göz, dil, el, ayak ve sair azaları günahlardan muhafaza etmektir. 3- Ahassü'l-havassın orucu: Kalbi, dini maksat ve dünyevî düşüncelerden men edip Allah'tan başkasını kalpten tamamen uzaklaştırmaktır. Böyle bir oruç, Allah'tan ve kıyamet gününden başkasını düşünmekle bozulmuş olur. Din için kasdolunmayan dünyayı düşünmek de bu orucu bozar. (Bu seviyedeki insanlara göre) 3- Kur’ân Okuma Mü'minlerin hidayet menbaı olan Kur’ân, her zaman için okunup düşünülmesi, tefekkür edilmesi gereken bir kitaptır. Mü'min Kur’ân'a, hava, su ve ekmek kadar muhtaçtır. Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) bütün hayatını, insanların dikkat ve nazarını Kur’ân'a çekmekle geçirmiştir. O'nu, vird-i zeban edinmiş, bununla da kalmayıp zaman zaman bazı sahabilere okutup onlardan dinlemiştir. Oruçlu olduğu zamanlarda, hususiyle Ramazanda Kur’ân'a daha bir özen göstermiş, O'nu çokça okumuştur. Mü'minler de Peygamber Efendimizin ümmeti olarak, özellikle Ramazanda Kur’ân'la içli dışlı olmalı, O’nun aydınlık ikliminden nurlanmalıdırlar. Kur’ân’ı hususiyle Ramazan ayında okumanın ayrı bir önemi vardır. Allah Rasulü (aleyhissalatu vesselâm) Ramazan’da her zamankinden daha fazla Kur’ân’la meşgul olur, onu okur ve tefekkür ederdi. Zira Allah O’nu, bu ayda inzal etmişti. Ramazan’ın her gecesinde Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) Cibril-i Emin’le birlikte aralarında Kur’ân talimi yaparlardı. Ve her Ramazanda baştan sona O’nu Cibril’le mukabele ederdi. Vefat ettiği yılda da bu arz iki defa cereyan etmişti. İbn-i Abbas rivayet ettiği bir hadiste bunu ifade etmektedir: “Allah Resulü (aleyhissalatu vesselâm), insanların en cömerdi idi. Cömertliğinin doruğa ulaştığı zaman ise, Ramazan’da Cibril ile karşılaştığı an idi. O, Ramazanın her gecesinde Cibril ile karşılaşır, Kur’ân’ı aralarında mütalâa ederlerdi. Yemin olsun ki öylesine hayır yaparak cömertlikle coşardı ki, rüzgâr bile hızına yetişemezdi.” ORUCUN FARZ OLDUĞU KİMSELER İslâm, emir ve yasaklara muhatap olan kimselerde birtakım şartlar arar. Bu anlamda diğer ibadetlerde olduğu gibi, oruç ibadetinde de belli başlı özelliklere haiz olan kimseler mükellef tutulmuştur. Bunları şu şekilde sıralamamız mümkündür 1. Müslüman Olmak Oruç ibadetinin bir kimseye farz olması için, o kişinin Müslümanlığı kabul etmiş olması gerekir 2. Ergenlik Çağında ve Akıllı Olmak İbadetlerin farz olması için bulunması gerekli olan şartlardan biri de o kimsenin ergenlik çağında ve aynı zamanda akıllı olmasıdır. Zira henüz belli bir yaşa (ergenlik) gelmemiş kimseler İslâm’da mükellef kabul edilmemişlerdir. Bu anlamda çocuklar ve ergenlik yaşına ulaştığı halde akıldan mahrum olanlar, bu ibadetten muaf tutulmuşlardır. Bu hususu Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)) şu beyanlarıyla bildirmişlerdir: “Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır: Bâliğ oluncaya kadar çocuktan, aklı yerine gelinceye kadar deliden, uyanıncaya kadar uyuyandan. 3. Oruç Tutmaya Muktedir Olup Mukim Olmak: Orucun farz olması için, mükellefin beden itibariyle sağlıklı olması, hasta olmaması ve mukim olması gerekir. Bedenen oruç tutmaya muktedir olmayanların, hastaların ve seferde olan kimselerin oruç tutmaları farz değildir. Ancak bu kimseler yine de oruç tutacak olsalar, tutmuş oldukları oruç geçerlidir. Şayet kendilerine verilen bu ruhsatı kullanır da tutmazlarsa, o zaman da tutmadıkları gün sayısı kadar daha sonra tutarlar. Bu hususla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Oruç sayılı günlerdedir. Sizden her kim o günlerde hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar. Oruç tutamayanlara fidye gerekir. Fidye bir fakiri (sabah-akşam ) doyuracak miktardır. Her kim de, kendi hayrına olarak fidye miktarını artırırsa bu, kendisi hakkında elbette daha hayırlıdır. Bununla beraber, eğer işin gerçeğini bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara 2/184). ORUCUn BOZulması Ve bunun cezası Oruç, niyet edip tutmaya başlamakla mükellef üzerine borç olmuştur. Bu sebeble, meşrû' (hastalık, yolculuk gibi) bir mâzeret olmadıkça, başlanmış orucu bozmak günahtır. Ayrıca bozulan orucun sonradan gününe gün kazâ edilmesi de lâzımdır. Farz olan Ramazan orucunu kasden bozmakta ise kazâ ile birlikte bir de kefaret denilen, iki kamerî ay (yaklaşık 60 gün) aralıksız oruç tutmak cezası vardır. Kazâ Hiç tutulmayan veya tutulmaya başlanıp da bozulan bir orucu sonradan günü gününe tutmaktır. Keffâret Kasden bozulan bir günlük Ramazan orucu yerine, ceza olarak iki ay birbiri ardınca oruç tutmaktır. Oruç kefaretinin dayanağı, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve selem) döneminde vuku bulan bir olay karşında Peygamber Efendimizin uygulamasıdır. Hadise şöyledir: Ashabtan birisi “Mahvoldum!” diyerek Allah Resülü’ne (aleyhissalatuvesselâm) gelmiş ve Ramazanın gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): -Köle azat etme durumun var mı? -Hayır yok. -Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin? -Hayır Zaten bu işte sabredemediğim için başıma geldi. -Altmış fakiri doyuracak mali imkânın var mı? -Hayır. Bu sırada Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) bir sepet hurma getirildi. Resûlullah bu hurmayı adama vererek, yoksullara dağıtmasını söyledi. Adam: “Bizden daha muhtaç kimse mi var?” deyince, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) gülümseyerek: “Al git, bunları ailene yedir” buyurarak adamı gönderdi.” Ramazan ayında herhangi bir özür bulunmaksızın oruç bozmak, büyük günahtır. Bundan dolayıdır ki, Ramazan ayının bu saygınlığını ihlâl ettiklerinden dolayı bu ağır cezayla karşı karşıya kalmış olurlar ki, işte buna kefaret adı verilmektedir. Kefaret yerine getirilirken yukarıda belirtilen üç seçeneğin uygulanmasıyla ilgili olarak, sıra mı gözetilecek, yoksa herhangi birisi tercih mi edilecek hususunda farklı görüşler vardır. Hanefilere göre tercih söz konusu olmayıp, sıralamanın gözetilmesi gerekir. Günümüzde kölelik bulunmadığı için, öncelikle iki ay peş peşe oruç tutulması, oruca güç yetiremeyecek durumda ise, o zaman da bir günde altmış fakiri veya bir fakiri altmış gün doyurmak suretiyle kefaret yerine getirilmesi gerekir. Kefaret aynı zamanda toplumdaki fakirlerin gözetilmesi, onlara yardımda bulunulması için önemli vesilelerden birisidir. İslâm, oruç ibadetini ihlal edenlere böyle bir cezayı vermekle, hem onları önemli bir ibadeti ihlal ettiklerinden dolayı cezalandırıp uyarmış, hem de bu vesileyle toplumdaki bir ihtiyacı gidermiş oluyor. Bu cezayı, yaşlılık, zayıflık ve hastalıktan dolayı yerine getiremeyen kimse, 60 fakiri sabah ve akşam olarak iki öğün doyurur. Doyurmak; yedirmek suretiyle olacağı gibi, yemek parasını fakirin eline vermekle de olur. 60 fakir yerine bir fakiri, 60 gün doyurmak da câizdir. Oruç tutmaya bedenî gücü yetmediği gibi fakiri doyurmaya da mâli gücü kâfi gelmeyen bir kimseden ise, kefaret cezası kalkar. Artık onun yapacağı şey, Allah'tan af ve mağfiret dilemektir. Fidye Sürekli bulunan bir hastalıktan veya yaşlılıktan dolayı oruç tutma imkânları olmayan kimselerin, tutmaları gereken her gün için sabah-akşam iki öğün bir fakiri doyurmalarına fidye denmektedir. Kefarette olduğu gibi, fidyede de, hem oruç tutması gereken kimse fidyeyle bu mükellefiyetten kurtulmakta, hem de toplumsal dayanışmanın önemli bir unsurunu teşkil eden fakirleri doyurma meselesi karşılanmış olmaktadır. Bu hususla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Oruç sayılı günlerdedir. Sizden her kim o günlerde hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar. Oruç tutamayanlara fidye gerekir. Fidye bir fakiri doyuracak miktardır. Her kim de, kendi hayrına olarak fidye miktarını artırırsa bu, kendisi hakkında elbette daha hayırlıdır. Bununla beraber, eğer işin gerçeğini bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara 2/184). Kefaret Orucu Tutanların Dikkat Etmeleri Gereken Hususlar * Üzerinde kefaret borcu olan bir kimse, bu 2 aylık orucu, hiç ara vermeden peş peşe tutmak zorundadır. Dolayısıyla araya, Ramazan ayı veya kendisinde oruç tutmanın haram olduğu günlerin girmemesi lâzımdır. Aksi takdirde kefaret orucunu tutmaya yeniden başlamak gerekir. * Yolculuk, Ramazan orucunun edâsını te'hire sebeb olmakla beraber; kefaret orucu tutmakta olan kimse, yolculukta da bu orucu devam ettirmek zorundadır. * Hayız, nifas hâline giren kadının kefareti bozulmaz. Bu günleri geçirdikten sonra, kefaret orucunu kaldığı yerden tutmaya devam eder. * Kefaret; orucu tutmamanın değil, tutulan orucu kasden bozmanın cezasıdır. Bu bakımdan, Ramazan-ı şerîf'te oruç tutmaya hiç niyet etmeyen bir kimse, tutmadığı bu oruçları sonradan sadece kazâ eder. Kendisine ayrıca kefaret gerekmez. Yalnız böyle bir şey günahtır. Tevbe edilmesi gerekir. Orucu Bozup Hem Kazâ Hem de Kefareti Gerektiren Durumlar Ramazan ayında oruç tutarken aşağıda sayılacak hususlardan herhangi birini mecbur kalmadan, unutma durumu olmadan isteyerek yapan bir kimse için hem kazâ, hem de kefaret lâzım gelir: 1 - Cinsî münasebette bulunmak 2 - Yemek, içmek veya ilâç kullanmak. 3 - Ağzına ihtiyarsız giren yağmur, dolu ve kar suyunu isteyerek yutmak. 4 - Tütün içmek, tütün veya benzeri bir tütsü maddesini yakıp dumanını içine çekmek. 5 - Enfiye çekmek. 6 - İçyağı, pastırma veya çiğ et yemek. 7 - Dişlerin arasında kalan susam veya buğday danesi kadar küçük bir şeyi yutmak orucu bozmaz. Fakat böyle bir şey dışardan alınıp yutulsa, orucu bozar ve kefaret de gerekir. Ancak böyle pek az bir şey ağza alınıp çiğnense oruca zarar vermez. Çünkü bu ağız içinde dağılır bir zerre haline gelir. Ancak bunun tadı boğaza giderse oruç bozulur. Nohut büyüklüğünden az olup dişler arasında kalan bir şey, ağızdan çıkarılıp sonra yenirse orucu bozar. Ancak sahih olan görüşe göre kefaret gerekmez. Çünkü böyle bir şeyi yemek, olağan dışı bir iştir. 9 - Zevcesinin veya sevdiği bir kimsenin tükürüğünü, ağız suyunu yutmak. Bu saydığımız şeylerde, bedenin tedâvisi veya gıdalanması ve beslenmesi veyahut zevk ve lezzet alması vardır. Bu sebeble kazâ ile beraber kefâreti de gerektirir Kefareti Düşüren Haller Bile bile oruç bozduktan sonra, aynı gün hayız ve nifas gibi oruç yemeyi mübah kılan bir durum ortaya çıkarsa, kefaret düşer. Sadece kazâ borcu kalır. Oruç tutmaya mâni bir hastalığın zuhuru hâlinde de, hüküm aynıdır. Orucu bozduktan sonra, kendi isteğiyle veya mecburen seyahate çıkmak, yahut da kendini zorla hasta etmek, kefareti düşürmez Orucu Bozup Yalnız Kazâyı Gerektiren Durumlar 1. Yenilip içilmesi mutad (normal, alışılmış) olmayan, ve insan tabiatının meyletmediği şeylerin yenilip içilmesi orucu bozar ve sadece kazayı gerektirir. Taş, toprak, çiğ pirinç, çiğ hamur, un gibi insanların normalde yemediği şeyleri yemek orucu bozar ve sadece kazayı gerektirir 2. Henüz içi olmamış yeşil cevizi yemek. Veya bademi, fındığı ve kuru fıstığı kabuğuyla birlikte çiğnemeden yutmak 3. Arka yola fitil koymak, ilâç akıtmak. 4. Burna ilâç çekmek. 5. Kulağın içine yağ damlatmak. 6. Boğaza huni ile bir şey akıtmak. 7. Karında veya başta bulunan herhangi bir yaraya sürülen ilâcın vücuttan içeri nüfuz etmesi. 8. Boğaza kaçan yağmur, kar veya doluyu istemeyerek yutmak. 9. Abdest alırken boğazına veya burna su çekerken genzine hata ile suyun kaçması. 10. İsteyerek boğazına veya burnuna duman çekmek. Sigara, anber gibi lezzet ve keyif verici bir duman olursa, kefaret de gerekir. 11. Ramazan günü zor kullanmak suretiyle yapılan cinsel ilişkiden dolayı, bu işe zorlanan kimseye sadece kaza gerekir, kefaret gerekmez. Zor kullanmak, can almak, bir organı kesmek veya bunlardan birine sebebiyet verecek şekilde dövmekle yapılan zorlamadır. Üzüntü ve acı verecek derecede olan dövmek veya sadece hapsetmek suretiyle yapılan bir zorlamadan dolayı Ramazan orucunu bozmak kaza ile birlikte kefareti de gerektirir. 12. Uyurken boğazına birisi tarafından su dökülmek. 13. Unutarak yiyip içtikten sonra, orucum bozuldu zannıyla bilerek yiyip içmek. 14. Dişleri arasında kalan nohut tanesi kadar şey'i yemek. 15. Kendi isteğiyle dışarı kusmak. Bu kusma ağız dolusundan az da olsa orucu bozar. 16. Ağız dolusu kendiliğinden gelen veya isteyerek getirilen kusmuğu mideye çevirmek 17. Sahur vakti geçtiği halde, geçmedi zannıyla sahur yemek. 18. Güneş battı, iftar oldu zannıyla oruç bozmak. 19. Ramazan orucundan başka bir orucu bozmak. İsterse kasden olsun.. 20. Hanımını öpmek, okşamak, sarılma, v.s. sebebiyle erkekten ve kadından meninin gelmesi. Şehvetle sadece mezinin gelmesi ile oruç bozulmaz. 21. Ramazan orucunu tutmaya niyet etmeden gündüz yiyip içmek de sadece kazâyı gerektirir. Kefaret icab etmez. Çünkü kefaret oruç tutmamanın değil, tutulan orucu bozmanın cezasıdır. Fakat böyle bir şey günahtır. Tevbe etmek gerekir. 22. Başkasının tükürüğünü veya ağzından çıkan lokmasını yutmak veyahut kendisinin ağzından çıkarıp dışarıda biraz beklettiği lokmasını yemek.. İnsan tabiatı bu gibi hallerden iğreneceği için, sadece kazâ gerekir: Ancak insanın, sevdiklerinin tükürüğünü yutması kefareti de icab ettirir. Çünkü insan bundan lezzet alır. 23. Ön veya arka yolların içine parmakla veya başka bir vasıta ile, su yahut yağ gibi bir yaşlığın iletilmesi. Bu itibarla oruçlunun istinca (Büyük ve küçük abdestlerden sonra temizlik) yaparken dikkatli olması, elindeki yaşlığı ön ve arka mahallerin içine değdirmemesi şarttır. 4. El ile meni getirmek (istimna' - mastürbasyon). 25. Kan yutmak. Çoğunluğunu tükürük teşkil eden ağızdaki az kanı yutmak orucu bozmaz. Kaza Edilmesi Gereken Ve Gerekmeyen Oruçlar Yolculuk veya hastalık gibi bir özre binaen Ramazan orucunu tutmamış olan kimse, bunları kaza etmeye elverişli bir vakit bulamadan önce ölürse, üzerinde oruç borcu olduğu halde ölmüş bir kimse değildir. Varislerinin de onun ardından fidye vermeleri gerekmez. Ancak tutamadığı oruçları için fidye verilmesini kendisi vasiyet etmiş ise varislerinin malının üçte birinden bu vasiyetini yerine getirmeleri gerekir. Yolculuk veya hastalık sebebi ile Ramazan orucunu tutamamış olan bir kimse, bunun tamamını veya bir kısmını kaza edebilecek bir zaman bulmuş olduğu halde, bunları kaza etmeden ölürse, malı varsa, kazaya kalan her gün için malının üçte birinden ödenmek üzere bir fidye ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Bu fidye fakirlere verilir. Bir özrü olmaksızın kasden Ramazan orucunu tutmayan kimse de, öldüğü zaman malının üçte birinden fidye verilmesini vasiyet etmelidir. Bu şekilde vasiyet etmesi, üzerine vacipdir. Kaza edecek zaman bulamasa da hüküm aynıdır. Çünkü yapılması mümkün olan bir ibadeti terk etmiştir. Vasiyet etmediği takdirde, varislerin bu fidyeyi vermeleri üzerlerine vacip değildir. İsterlerse kendi mallarından bir bağış olarak verebilirler. Varisler ve varis olmayanlar, ölü adına orucu tutmak suretiyle kaza edemezler. Böyle beden ile yapılan ibadetlerde, başkasına vekâlet edilemez. Ancak kendileri için tuttukları oruçların sevabını ölüye bağışlayabilirler. İmam Şafiîye göre, kişi vasiyet etsin veya etmesin, onun geriye bıraktığı malın tamamından kazaya kalmış oruçlarının fidyesi verilir. Böyle bir kişi adına da velisi oruç tutabilir. Tutulamayan oruçlardan dolayı fidye verilmesi, Ramazan orucu ile Ramazan ayından kazaya kalan oruçlara ve nezir (adak) oruçlarına mahsustur. Yemin ve adam öldürme kefaretleri için gereken oruçları tutmaktan aciz kalan kimsenin, daha hayatta iken fidye vermesi caiz değildir. Fakat bu oruçlar için vasiyet etmesi caizdir Bozulan herhangi bir nafile orucun kazası gerekir. Bu orucu bozma işi ister oruçlunun kendi isteği ile olsun, ister olmasın fark etmez. Bunun için, nafile oruç tutmaya başlayan bir kadın, âdet görecek olsa, bu orucu kaza etmesi gerekir. Çünkü başlanmış bir ibadeti yarıda bırakmamak ve yüklenilen bir din görevini yok etmemek vacibdir, gereklidir. Şafiîlere göre, böyle bir oruçlu serbesttir, dilerse bu orucu kaza eder, dilerse etmez. Çünkü üzerine vacib olmayan bir ibadete başlamıştır. Yerine getirmediği fazladan bir ibadet için kendisine kaza gerekmez. Bir kimse, fecrin doğuşundan sonra kaza orucuna niyet etse, bu oruç kaza yerine geçmez, nafile bir oruç olur. Çünkü geceden niyet edilmesi gerekirdi. Bu orucu bozacak olsa, ayrıca kazası gerekir. • Ramazanın başından sonuna kadar baygın bir halde olan kimse, sonradan kendine gelince, üzerine kaza gerekmez. Bunda ittifak vardır. Çünkü bayılma hali bir hastalıktır. Fakat böyle bir halin bu kadar uzaması da çok az olur. Nadir olan şeylerdeki güçlük de izne sebeb olamaz. • Delirmiş olan bir adam, Ramazan içinde kendine gelip iyileşse, geçmiş günleri kaza eder. Fakat bir kimsenin delirmesi Ramazanın başından sonuna kadar veya son günün zevalinden sonraya kadar devam etse, sonradan iyileşmekle kendisine kaza gerekmez. Çünkü bunda güçlük vardır. Yine böyle delirmiş olan kimse, Ramazan gecelerinden birinde iyileşip de, sonra fecirden itibaren yine delirse, üzerine kaza gerekmez. Delirmiş olan kimsenin iyileşmesi, kendisindeki delirmenin tamamen ortadan kalkması ile olur. • Orucu kazaya kalan kimse, bunu kaza etmeden ileriki Ramazana yetişince, gelen Ramazan orucunu, kaza orucundan önce tutar. Çünkü kaza için zaman geniştir, daha sonra tutar. Şafîîlere göre, bir ramazana ait kaza orucunu, diğer Ramazan gelmeden önce tutmak gerekir. Önceki Ramazan orucu tutulmadan ikinci bir Ramazan gelince, hem kaza ve hem de her gün için bir fidye vermek gerekir. Çünkü kaza vaktinden çıkarılmıştır. Kazayı vaktinden sonraya bırakmak ise, yerine getirilmesi gereken bir ibadeti sonraya bırakmak gibidir. Hanefi mezhebinde, kaza için belli bir vakit gösterilmemiştir. • Çocukların oruç tutması namaz gibidir. Bunun için on yaşında bulunan bir çocuğa oruç tutması emredilir. Tutmazsa hafifçe dövülebilir. Bununla beraber tutmazsa, kaza etmesi gerekmez. Bir de çocuğun oruca gücü yetmelidir. Oruçtan zarar görecek olan çocuğa: “Oruç tut!” diye emredilmez. Orucu Bozmayan Şeyler 1 - Unutarak yemek içmek ve cinsî münasebette bulunmak, unutarak yapılan bu işler orucu bozmaz. Ancak oruçlu olduğunu hatırladığı anda, bu işleri yapmayı bırakması gerekir. Birinin unutarak yiyip içtiğini görürsek ne yapmalıyız? Eğer yiyip içen adam, güçsüz, zayıf ve ihtiyar birisi ise, hatırlatmamak daha iyidir. Zira bu, Allah'ın, o kimseye, güçsüzlüğüne merhameten orucunu unutturmak suretiyle ikram ettiği bir rızıktır. Unutarak yiyip içen kimse güçlü, kuvvetli biri ise, hemen hatırlatılmalıdır 2 - Uyurken ihtilâm olmak. 3 - Hanımını öpmek, elle tutmak, okşamak.. Bu durumda meni gelmedikçe oruç bozulmaz. 4 - Kadına el sürmeden sadece bakmak, veya şehevî konuları düşünmek sebebiyle tahrik olup meninin gelmesi. 5 - Geceden cünüp olan kimsenin, yıkanmayı sahurdan sonraya, oruçlu vaktine bırakması. 6 - Ağza gelen balgamı yutmak 7 - Kafasından burnun içine gelen akıntıyı çekip yutmak. 8 - Denize, yahut başka bir suya dalınca, kulağa su kaçması. 9 - Kendi isteğiyle olmayarak boğazına sigara dumanı gibi keyif verici bir duman girmek. 10 - Boğazına toz veya sinek kaçmak. Gözyaşı veya yüz teri ağza girecek olsa, eğer bir-iki damla kadarsa orucu bozmaz. Ancak tuzluluğu bütün ağız içinde hissedilecek kadar çok olup oruç hatırda iken yutulursa orucu bozar. 11 - Sahurdan dişleri arasında kalmış nohut tanesinden küçük bir şeyi yutmak.. Nohut tanesinden büyük olursa, orucu bozar. 12 - Hariçten susam veya buğday tanesi kadar bir şey'i ağzına alıp yavaş yavaş ve tadı boğazına varmayacak şekilde çiğneyip yok etmek. 13 - Kendiliğinden gelen kusuntu, yine kendiliğinden geriye gitse, ağız dolusu bile olsa orucu bozmaz. Kusma isteğiyle ağza getirilen az miktardaki kusmuk ise, kendiliğinden içeri gitse, orucu bozmaz. Fakat miktarı ağız dolusu ise, orucu bozar. 14 - Kan aldırmak. 15 - Göze sürme çekmek. 16 - Ön ve arka yola kuru olarak sokulan parmak da orucu bozmaz. Ancak parmak yağlı ve ıslak olursa oruç bozulur. 17 - Derideki gözeneklerden (mesamattan) içeri giren şeyler orucu bozmaz. Buna binaen, vücuda sürülen yağ veya yıkanılıp soğukluğu içeri nüfuz eden su, orucu bozmaz. Çünkü bunlar mesamat yoluyla içeri girerler. 18 - Baş veya karındaki bir yaraya konulan ilâç, vücuttan içeri girmedikçe oruç bozulmaz. 19 - Abdestte ağza su verip geri boşalttıktan sonra, arta kalan yaşlığın tükürük ile beraber yutulması orucu bozmaz. 20 - Dişlerin arasından çıkan kan, az olup tükürük içinde kaybolmakta ise, bu kanın yutulması oruca zarar vermez. Ancak kan tükürüğe galebe çalacak çoğunlukta ise, bunu yutmakla oruç bozulur. Aşı ve İğneler Orucu Bozar mı? İnsan vücudunda gıdalanmaya esas olan kanal ve yollar iki kısımdır: a. Burun, kulak, ön ve arka yollar gibi tabiî ve aslî kanallar. Bunların herhangi bir yerinden vücudun iç kısmına geçecek olan maddeler ittifakla orucu bozarlar. İç kısma ulaşmayanlar ise, orucu bozmazlar. b. İkinci kısım yollar ise, sonradan meydana gelen ârızî kanal ve yollardır. Vücuddaki bir kesik, yara, v.s. gibi. Bu yollardan içeri geçiş kesinlik kazandığı takdirde orucun bozulacağında yine ittifak vardır. Ancak iç kısma geçiş şüpheli durumlarda ise İmam Ebu Yusuf ve Muhammed (İmameyn)e göre oruç bozulmaz, İmam-ı A'zam Hazretlerine göre ise oruç bozulur. Görüldüğü gibi İmam-ı A'zam ile iki talebesi arasındaki ihtilâf esasta değil, keyfiyet üzerindedir. Yani içe nüfuz kat'iyet kazandığı zaman, onlara göre de oruç bozulmuş olmaktadır. Bir de iğne, mermi, ok gibi bir şey'in vücuda saplanıp vücudun içinde kaybolma durumu vardır ki, bu durumda da oruç bozulur. Ancak vücuda saplanan bu maddelerin bir kısmı vücud dışında kalırsa oruç bozulmaz. Bu genel kaideler ışığında iğne ve aşıları incelediğimizde şu durum ortaya çıkmaktadır: Çiçek aşısı gibi deri üzerinden yapılan aşı ve ilâçlamalar, orucu bozmaz. Çünkü deri vücudun dış kısmını teşkil eder. Bunun dışında kalan iğne ve aşılar, genel olarak damardan, kaba etten ve deri altından yapılmaktadır. Her üç halde de ilâç verilmeksizin vücudun derinliğine batırılan iğnenin bir tarafı dışta kaldığı için, yalnız batırmakla oruç bozulmaz. Ancak içeri ilâç, su gibi maddeler enjekte edilirse oruç bozulur. Çünkü bu maddeler vücud içinde kararlaşıp yerleşir. Damardan verilen ilâçlar ise, doğrudan doğruya kana intikal eder. Oradan organlara dağılır. Kaba et ve deri altındaki ilâçlar da yine içeriye nüfuz etmiş sayılır. Bu itibarla vücuda ilâç zerketmek için yapılan aşı ve iğneler, orucu bozarlar. Ancak kefaret icab etmez. Yalnızca kaza kâfi gelir. Önemli hastalığı olanlar, zaten oruçlarını bozabilirler. Bunlara oruçlu halde yapılan iğne ile oruçları bozulur. Sağlık durumları düzeldiğinde oruçlarını kazâ ederler. Bu gibi kimselerin mümkünse iğneyi geciktirerek iftardan sonra yaptırmaları daha iyidir. Vücuda dışardan kan vermek, ilâç vermek gibidir. Orucu bozar. Fakat kan aldırmak orucu bozmaz. Oruçlu İçin Mekruh Olan Ve Olmayan Şeyler Bazı âlimlere göre, oruçlu bir kimsenin yaş ve kuru misvak kullanmasında bir sakınca yoktur. Fakat İmam Ebu Yusuf'a göre su ile ıslatılmış bir misvakı kullanmak mekruhtur. İmam Şafiî'ye göre, öğleden sonra misvak kullanılması mekruhtur. . İhtiyata uygun olan, oruçlu iken hiç misvak kullanmamaktır. -Oruçlu kimsenin istincada (büyük abdest temizliğinde) ve abdest alırken ağzına, burnuna su verirken aşırı gitmesi, fazla su doldurup taşırması mekruhtur. Oruçlunun bir özrü bulunmaksızın pişirilen yemeği yalnız ağzı ile tatması mekruhtur. Bir kocanın kötü huylu olması, karısı için bir özürdür, böyle bir kadın, pişireceği yemeğin, yutmaksızın, tadına ve tuzuna bakabilir. Oruçlu bir kimsenin satın alacağı bal ve yağ gibi şeylerin iyi olup olmadığını anlamak için yalnız ağzı ile onlardan tatması mekruhtur. Bir görüşe göre, muhakkak satın alınması gerekiyorsa yahut aldanmaktan korkuluyorsa, boğaza kaçırmamak şartı ile tadına bakılmasında bir mahzur yoktur. Oruçlu kimsenin, sakız çiğnemesi caiz değildir. Oruçlunun kan aldırması, orucunu koruyamayacak şekilde zayıf düşmesinden korkulursa mekruhtur, böyle bir durum söz konusu değilse mekruh olmaz. Bununla beraber bu işi iftardan sonraya bırakmak yerinde bir davranış olur. Ramazanda harareti azaltıp serinlenmek için ağza ve buruna su almak ve soğuk su ile yıkanmak, İmamı Azam'a göre mekruhtur. Çünkü bu şekilde davranılması, yapılan ibadetten bir sıkılma, bir daralma göstermek demektir. İmam Ebû Yûsuf'a göre, böyle yapmak mekruh değildir. Zira böyle yapmakla ibadete yardım edilmiş ve tabiî olarak sıkıntı giderilmiş olur. Fetva da buna göredir. Kendine güvenemeyen bir oruçlunun zevcesini öpmesi ve okşaması mekruhtur. • Oruçlu kimsenin cünüb olarak sabahlaması veya gündüzün uyuyup ihtilam olması orucuna zarar vermez. Fakat mümkün olduğu halde geceleyin yıkanmamak mekruhtur. Oruçlu kimsenin gül ve misk gibi kokuları koklaması da mekruh değildir. Sürme çekmesi, bıyık yağı kullanması da mekruh değildir. Ancak erkeklerin süs maksadı ile sürme çekmeleri ve bıyıklarına yağ sürmeleri mekruhtur Orucun Âdâbı (Müstehabları) Orucun belli başlı edebleri şunlardır: 1 - Sahura kalkmak. Allah Resülü (aleyhi ekmelüttehaya) bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur: Sahura kalkın, çünkü sahura kalkmada/sahurda yemek yemede bereket vardır.” (Buharî, Savm,20; Müslim, Sıyam, 45) Peygamber Efendimiz, diğer bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyurmuştur: “Sahur yemeği ile gündüz tutacağınız oruca; öyle uykusuyla da (kaylûle) teheccüt namazına kuvvet kazanın.” (İbn-i Mace, Sıyam, 22) Sahur yemeği oruç için insana kuvvet verir. Böylece oruç tutmak daha kolay hâle gelir. 2 - Sahuru geç yemek, iftarı ise vakti girince hemen yapmak, yani, güneş batar batmaz hemen orucu açmak. Hadîs-i şerîf'te, “İnsanlar iftar etmeyi acele yaptıkları ve sahuru da geciktirdikleri müddetçe daima hayır ile yaşarlar.” buyrulmuştur. Bir hadîs-i kudsîde de, “Kullarımın en sevimlisi, iftar yapmakta son derece acele davranandır.” buyurulmaktadır. * Resûlüllah Efendimiz iftar etmedikçe akşam namazını kılmazlardı. Önce bir-iki hurma tanesi yiyerek, eğer hurma yoksa birkaç yudum su içerek iftar ederler, sonra namaz kılarlar, asıl yemeği de namazı kıldıktan sonra yerlerdi. * Sahurun ne zamana kadar geciktirilebileceği hakkında Zeyd bin Sâbit'ten gelen şu rivâyet, bize bir ölçü vermektedir. “Biz Resûlüllah ile beraber sahur yemeği yedik. Sonra sabah namazının kıldık. (Enes sordu): - Sahur ile sabah namazı arasında ne kadar zaman vardı? - 50 âyet okuyacak kadar.” Bu süre, takriben 15-20 dakika eder. Bâzıları el-Hâkka, diğer bâzıları da Mürselât sûresini misâl verirler. Hâkka sûresi 52, Mürselât sûresi ise 50 âyettir. Bu rivayet muktezasınca, âlimler, ihtiyaten yeme-içmenin imsak vaktinden 15-20 dakika önce bırakılması gerektiğine hükmetmişlerdir. 3 - İftarı açarken şu duâyı yapmalıdır: “Allahümme leke sumtü ve bike âmentü ve aleyke tevekkeltü ve alâ rizkıke eftartü.” Meâli: “Ey Allah’ım, sırf Senin rızan için oruç tuttum. Sana îman ettim. Sana dayanıp güvendim, tevekkül ettim. Ve verdiğin rızıkla da orucumu açtım.” 4 - İftarı hurma gibi tatlı bir yiyecekle, yoksa su ile açmak. 5 - Orucun mühim bir âdâbı da, mide gibi, bütün duygulara da bir nevi oruç tutturmaktır. İnsanda mideden başka, göz, kulak, kalb, hayâl, fikir gibi pek çok duygu ve cihazlar vardır. İnsan oruçlu iken, bütün bu duygularını mâlâyânilikten ve haramlardan çekerek, her birini kendine mahsus ubudiyet ve kulluk vazifesine sevk etmelidir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten, galiz ve çirkin sözlerden uzak tutmak ve onu Kur’ân tilâveti, zikir, tesbih, salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek. Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek. İşte bunlar gibi sair duygu ve cihazlara da bir nevi oruç tutturmak mümkündür. Oruçtan beklenen kemal ve fazilet de ancak bu şekilde tahakkuk eder. Resûlüllah Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Kim ki yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, Cenâb-ı Hak o kimsenin yeme ve içmeyi terk etmesine hiç kıymet vermez, iltifat etmez.” Diğer bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulur: “Beş şey orucu bozar (yani sevabını ve faziletini giderir) : Yalan konuşmak, gıybet etmek, kovuculuk (arada lâf götürüp getirme), yalan yere yemîn etmek ve harama şehvetle bakmak.” Görüldüğü gibi hadîs-i şerîflerde, Allah katında makbûl bir oruç için, mide gibi sair âzalara da oruç tutturulması lüzumu üzerinde durulmaktadır. İbn-i Hacer, “Tam ve kâmil olan oruç; bütün günahlardan ve Allah'ın yasakladığı şeylerden uzak durmaktır.” der. 6 - İftar ve sahurda aşırı derecede yememek, mideyi tıka-basa doldurmamak da orucun edeblerindendir. Çünkü oruçtan bir maksad da, beden ve ruhumuza dinlenme, rahatlama, vücut fabrikamıza baştan sona yıllık bir temizlik ve bakım fırsatı vermektir. Akşama kadar yemeyip de ezanı duyar duymaz bütün hız ve hışmıyla sofraya kapanmak, sofrada tıkabasa yemek, edebe aykırıdır. Hattâ beden sağlığı açısından da zararlıdır. Çünkü sindirim organlarımız, bu hücum ve baskın karşısında son derece zorlanır, ıztıraba düşer. Şu halde sahurda ve iftarda mal kaçırır gibi sofradakileri mideye doldurmaya çalışmamalıdır. Az ve öz yiyerek, oruçlu olmanın hikmet ve gayesine uygun hareket etmelidir. 7 - Oruç ayı olan mübarek Ramazan ayında, bütün mü'minler, daha çok ibâdet etmeli, verdiği sonsuz nimetler sebebiyle bütün ruhuyla Allah'a şükretmeli, daha çok iyilik ve ihsanlarda bulunmalıdır. Bu ayda Kur’ân okumanın, Kur’ân dinlemenin sevabı çoktur. Binaenaleyh, Kur’ân okumasını bilenler bol bol Kur’ân okumalı, hiç olmazsa Ramazan boyunca bir hatim indirmeye çalışmalı; bilmeyenler ise, camilere gidip güzel sesli hâfızların ağzından Allah'ın âyetlerini dinlemelidirler. Ramazan-ı şerîf gibi mübarek bir aya, lâyık olduğu ihtiram, ancak bu şekilde gösterilir. Oruç Tutmamayı Mubah Kılan Sebepler, 1.Yolculuk: İslâm, insanlara üstesinden gelemeyecekleri mükellefiyetleri yüklemez. Emirler takat ölçüsündedir. Yolculuk ise, zaman zaman meşakkat ve sıkıntıların olduğu bir durumdur. Böyle bir durumdaki Müslüman yolculuğun vereceği meşakkat karşısında oruç tutmada zorlanabilir. Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Hakk, Bakara suresinin âyetinde bu durumdaki kimselere oruç tutmama noktasında ruhsat vermiştir. Seferde iken oruç tutmayan daha sonra kaza eder. Ancak dileyen kimseler, yolcu oldukları halde bu orucu tutabilirler 2.Hastalık: Yine yukarıdaki âyetten de anlaşıldığına göre Yüce Yaratıcı, oruç tutamayacak kadar hasta olan kimselere de ruhsat vermiş, oruç mükellefiyetinden onları istisna etmiştir. Bunlar, iyileştikten sonra tutamadıkları orucu kaza ederler 3.Gebelik ve Çocuk Emzirmek: Gebe olan ya da çocuğunu emzirme durumunda olan kadınlar, gerek kendileri gerekse çocuklarıyla ilgili bir zarar görme ihtimali söz konusu olduğunda, oruç tutmama noktasındaki ruhsata dâhildirler ve daha sonra müsaid olduklarında kaza ederler.[90] 3.Yaşlılık: Yukarıda da belirttiğimiz gibi, İslâm, oruç tutamayacak kadar yaşlı olan kimselere ruhsat tanımış, tutamadıkları her gün için bir fakir doyurmak suretiyle onları bu ibadetten muaf tutmuştur 4.Aşırı Açlık ve Susuzluk: Oruçlu olan bir kimse, aşırı açlık ve susuzlukla karşı karşıya kalsa, orucun, onun beden ve ruh sağlığını ciddi boyutta etkileyeceğinden endişe etse yahut doktor bu hususta kendisine tutmaması noktasında rapor vermiş olsa, bu kimse de oruçtan muaf tutulmuş olup, sağlığına kavuştuğunda, tutamadığı günler kadar tutmak suretiyle bu ibadeti yerine getirmiş olur. ENES RADİYALLAHU ANH Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin zamanında iki kardeş vardı. Biri sanatla uğraşıyordu, diğeri ise Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin yanından hiç ayrılmayıp ondan ilim öğreniyordu. Sanatla uğraşan, kardeşini Allah Resulü sallallahu aleyhi ve selleme şikâyet etti. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin cevabı şöyle oldu: "Belki de sana onun sayesinde Allah tarafından rızık veriliyordur." EBÛ HUREYRE RADİYALLAHU ANH Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: "Kim ilim talep etmek için bir yola girerse, Allah ona Cennet yolunu kolaylaştırır." |
Bugün 215 ziyaretçi (304 klik) ile buradaydı.©