antikanadolu
ANTİK ANADOLU |
Uygarlığa geçerken Tarih öncesinde Anadolu : Yakın Doğu’da eskiden yaşamış türlü kavimler arasında uygarlığın doğup gelişmesi ele alınırken, her seferinde bir kavmin zaman içinde ortaya çıkışı ile ilgili belirli bir nokta saptanır. Bu nokta, dar anlamda tarihin başlangıcı sayılan yazılı belgelerde, bir kavimden ilk söz edildiği andır. Yazının bulunması ya da başka kavimden alınıp kullanılmaya başlaması her ülkede başka tarihte olmuştur. Örneğin Mezopotamya’da Sümerler ve Nil vadisinde ilk oturanlar bu konuda önde gelir. Komşu halklar onların başlattıkları bu işten yararlanmaya oldukça geç başlamıştır. Bu gecikme, Anadolu’da özelikle belirgindir. Hitit Krallığının kuruluşundan geriye doğru gidildiğinde, Kaniş’te (Kültepe) Asur yerleşmesinin kanıtları bulunmuştur. Yazının hiçbir türü İÖ ikinci binin başlarından önce Anadolu’da görülmez; o zaman bile, yazı yerli halkın işi değil, Mezopotamya kültürünün buradaki uzantısı olmuştur. Çünkü Türkiye'de şimdiye değin bulunmuş en eski yazıtlar, İÖ 20. -18. yüzyıllar arasında Kappadokia’da Kaniş (Kültepe) adındaki kentte, Asur tüccarlarının kurmuş oldukları tecim yerleşmesinde tutmuş oldukları kayıtlardır. Doğal olarak bunlar Asur çivi yazısıyla kil tabletlere yazılmıştı.İlginç olan, Kaniş’te yörenin Anadolulu bir yöneticisinin sarayında bulunan belgelerin, başka bir yöntem geliştirememiş olan yerli yöneticinin de söyleyeceklerini yabancı tecimenlerin diliyle ve yazısıyla söylediğini göstermesidir.Kaniş’te bulunan belgeler iş mektupları, muhasebe kayıtları, konşimento türündendir. Görüleceği gibi, bu tür belgelerin kusursuz ve eksiksiz tarih bilgisi vermesi beklenmez. Zaman zaman geçen özel adlardan, örneğin, yıllarını bildiğimiz o dönemin Asur krallarının ya da komşu Anadolu kentleri ile yöneticilerinin adından bir şeyler öğrenebilmemiz doğaldır. Ancak İÖ 1700 yılında Hitit Krallığı kuruluncaya değin, tarihin hammaddesini oluşturan siyasal, askeri olaylardan söz eden yazıtlar ele geçmemiştir. Bu tarihten önce Anadolu’da geçmiş olaylarla ilgili tüm bilgimizin arkeoloji araştırmalarının sonuçlarına dayanması gerekir. Bu tür çalışalar, ancak yarım yüzyılı aşkın bir zamandan beri sürdürülmesine karşın, bilgimize yadsınamaz ölçüde büyük katkıda bulunmuş, ülke insanının gelişme tarihini kuramsal olarak beş bin yıl daha eskilere götürmüştür. Bu çalışmalar bizi hiç bilmediğimiz, başka türlü de bilinemeden kalacak halklarla, onların yaşam biçimleriyle, kullandıkları, başka bir yerde tam karşılığını bulamayacağımız özgün teknolojiyle tanıştırmıştır. Anadolu yarımadasının sağlamış olduğu çevreye, burada ilk oturanların göstermiş olduğu ahlaki ve düşünsel tepkileri anlamamızı da bu çalışmalar olanaklı kılmıştır. Gene de bu ve benzer başarılar kendi çerçeveleri içinde değerlendirilmelidir. Bunları olanaklı kılan girişimleri beğenmemiz bizi yanıltıp işin önemini abartmamıza yol açmamalı. Yine unutmamalıyız ki, bu çalışmalar daha sona ermemiştir ve eksiklikler bulunmaktadır. Tarihi olayların yokluğunda ya da başta bulundukları sürei uygun biçimde bir hanedana bağlanabilen krallar olmayınca, tarihöncesini zaman dilimlerine bölmek için başka bir dizgenin kurulması gerekiyordu. Anadolu’nun zaman dizini, komşu bir çok ülkede olduğu gibi, belki pek de duyarlı olduğu söylenemeyecek bir yöntemle, insanın maden bilgisinde geçirdiği evrimin aşamalarına göre bölünmüştür. Başka bölgelerde olduğu gibi, burada da ilk sırayı taş devri alır. Madenin bilinmediği bu çağ, Eski ve Yeni Taş devri ( Paleolitik ve Neolitik) olmak üzere ikiye ayrılır. Bunu, Kalkolitik Dönem (Bakır-Taş Dönemi) izler. Bu dönemde taş ya da önceki Yeni Taş döneminin yontulmuş taş aletlerinin yanı sıra ilk olarak bakır aletler kullanılmaya başlanmıştır(Çevirenin notu: Bakır aletler, çanak çömleksiz neolitikten başlayarak kullanılmıştır). Bundan sonra, Tunç Çağında, kalayla bakırın karışımıyla daha dayanıklı bir maden elde edilmiş, bu çağda genel olarak maden eşya yapımında büyük gelişmeler olmuştur. Tunç Çağı da Erken, Orta ve Geç olmak üzere bölümlere ayrılır. Erken Tunç Çağı, İÖ üçüncü binin büyük bölümünü kapsar; Orta Tunç Çağı, İÖ ikinci binin ilk yarısında Asur yerleşmeleri dönemidir; Geç Tunç Çağı ise Hitit belgelerinin aydınlattığı yüzyıllar karşılık gelir ve bu dönem İÖ 1200'lerde Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla sona erer. Tarihin bu son döneminin aydınlık olması, siyasal gelişmenin ve dinsel düşünüşün kanıtlarının bulunması, birbirini izleyen krallar ve onlarla bağlantılı savaşlar, anlaşmalar, insanı daha çok araştırmaya iten konulardı; tabiatıyla da ilk gezgin bilim adamlarının ilgisini tekeline almıştı. Bu yüzden, kazılar başlayınca, öncelik tarihi kent alanlarına verildi. daha eski çağlarda gerçekleşmiş ve hakkında belge bulunmayan olaylar bunların yanında sönük kalıyor, kimsenin ilgisini çekmiyordu. daha sonra tarihöncesi araştırmalarında eğitilmiş genç kuşaklar Anadolu’nun daha erken dönemlerindeki yerleşim bölgelerini araştırmaya başladıklarında, buldukları, önce fazla ilgi toplamadı. Olaylar o denli uzun zaman önce gerçekleşmişti ki, bir ulusun yaşam öyküsü ancak çanak çömlek parçalarıyla, sanatkarlarının atmış olduğu kalıntılarla kurulabiliyordu; bu da doğal olarak ancak konunun uzmanını ilgilendiriyordu. Uzmanınsa, olayların önemini saptamak için zamana gereksinmesi vardı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, yabancı kazıcıların, tarihöncesi dönem üzerinde uzmanlaşmış genç Türklerle birlikte çalışmak üzere dönmeleriyle bu durum büyük ölçüde değişti. Platonun iç kısımlarında olduğu gibi başka yerlerde de, belli başlı yerleşmelerin büyük bir sabırla stratigrafik incelemeleri yapıldı, gelişmelerin kanıtları bulundu ve bulunanlar yeni düzenlenmiş zamandizinsel dizgede uygun konumlarına yerleştirildi. Birbirini izleyen dönemlerin ölçütü, çanak çömleğin ve küçük nesnelerin tipolojisiyle belirlenip dönemlerin adı geçici olarak kondu. Bundan sonra kazı yapılmamış yerleşmelerde arkeolojik yüzey araştırmaları düzenli olarak yapılarak bu yerlerin tarihi, yüzey buluntuları ile saptandı. ele geçen buluntular arasında bölgesel farklılıklar ortaya çıkmaya başladığında artık yeni bir aşamaya gelinmişti. bunların dağılımın incelenmesi ise, sınırları harita üzerinde yaklaşık olarak çizebilecek nitelikte, farklı “kültürel bölgeler”in varlığına işaret ediyordu. İlk zamanlarından beri nüfusu değişik etnik öğelerden oluşmuş bir ülkede, bu elbette önemli bir buluştu. Yapılan bütün bu işlerin Anadolu’nun tarihöncesini yeniden kurulabileceği bir çerçevenin yaratılmış olmasına katkısı olduğu kabul edilmelidir. söylediğimiz gibi, bunun için sabır ve beceri gerekiyordu; ikisi de zaman içinde karşılığını fazlasıyla almıştır.1930'larda yapılan kazılar, bir anda salt mesleki ilginin sınırlarını aşarak insanın düş gücüne seslenmiştir. Sanki perde birden kalkmış, insanın kültür eriminde bambaşka bir arkeolojik dekorlar içinde geçen olaylar açıkça görülmüştü. Eskiçağın belirli zaman dilimleri güvenle hesaplanmış, insanların günlük yaşamı, dinsel törenleri ya da olağanüstü toplumsal durumlar gerçek dekoru içinde aydınlığa çıkmıştı. Aslında yarım yüzyıl önce de buna benzer bir buluş, Troia’da (Truva) az kalsın gerçekleşiyordu. Düşsever bir Alman olan Heinrich Schliemann, Homeros’un efsanevi kentinin kalıntılarını ararken, Eski Tunç Çağı’nın, şimdi bizim ikinci dönemi olarak bildiğimiz altın ve gümüş hazineleriyle karşılaştı. Ne yazık ki, buluşun önemini anlaşılması için vakit henüz erkendi ve eserleri çıkarmada kullanılan ilkel yöntem, arkeolojik dekorun bozulmasına neden olmuştu. Buna karşılık, sonraki buluşlar, arkeolojinin, kazı ve kayıt yöntemlerini düzenleyen, kesin olarak tanımlanmış “töre ve kuralları” bulunan bir disiplin olarak kabul görmeye başladığı bir sırada gerçekleştirilmişti. Bundan ötürü bu buluşların sonuçları, artık müzede güzel nesneler göstermekle sınırlı değildir. Bulguların, antropoljik yönden de ele alınmasıyla, bize iletmek istediği bilgi, mantıklı yorum ve resimli kurguyla dile getirilmiştir. (S. Lloyd, Türkiye'nin Tarihi,TÜBİTAK yay s: 15-18) Hititler (İ.Ö 1660 - 1190) Osmanlının son döneminde ortaya çıkan Türkçülük akımı "yurt" kavramını değil, "ırk" kavramını öne çıkarmıştı. Oysa "yurt" önemliydi;ama "göçebe" bir toplum için yaşadığı topraklar yani yurt değil, obası önemlidir. Akrabalık, dil ve din bağlantısı yurttan önce gelir;yani soy sop, yurttan önce gelir. Biz Anadolu' luyuz artık, Orta Asyalı değil. Bunu kabullenmeliyiz. Bu topraklar, Hititlerin, Hattilerin yaşadığı topraklar. Bir uygarlık beşiğinde yaşamaktan mutlu olmayı öğrenmek için vakit geç değil mi? Melih Cevdet Anday ' ın aktardığına göre Prof. Fuat Köprülü Hititleri kastederek : " Bu bücür insanların torunu olmaya gönlüm bir türlü razı gelmiyor." demiş.( Cumhuriyet, 27 Eylül 1996) Belki Fuat Köprülü’nün sözünü ettiği Hititler kim diyeceksiniz. Hititler, Anadolu’daki en eski uygarlıklardan biri. Hitit Krallığı, İÖ 1700'de kuruldu. Bu krallık kuruluncaya değin, tarihin hammaddesini oluşturan siyasal askeri olaylardan söz eden yazıtlar ele geçmemiştir. İÖ 1700-1200 yılları arasını (Geç Tunç Çağı) Hitit belgeleri aydınlatır. Hititler, insanlara ilk kez buğday üretmeyi, yaşamın denizde başladığı bilgisini, mızrak uçlarında ve kamalarda kullanılan sert obsidyen taşını, atla çekilen ve savaş sanatını temelinden değiştiren iki tekerlekli savaş arabasını, ilk metalurji bilgisini, parşömen üzerine yazmayı ve alışverişte gümüş ve altın para kullanmayı sunmuş bir kavimdir.(Oral Sander,Siyasi Tarih, s:25) Hititler, Ankara’nın doğusundaki Kültepe’ den (Neşa) kalkar Boğazköy’ü alır, sonra da yeniden Kappadokya’yı alırlar. Sonra da Toros Dağlarını aşıp Adana Ovasını etkilerine alır. Troia’yı kuşatan Yunanlılar, Hititleri hiç bilmez görünür. İlyada’da Troialıların birleşiklerinin listesini verirken Homeros’un Anadolu halklarıyla ilgili bilgisinin yarımadanın çevre bölgesinde oturanlarla sınırlı olduğu ortaya çıkar. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Homeros’un zamanında Yunanlı yerleşmeciler Anadolu’nun güney ve batı kıyılarından içerilere girememişler ya da Karadeniz’in dar kıyı şeridine takılıp kalmışlardır.O sırada Frigler, Lidler ve öteki kavimler iç bölgenin mirasçısı olmuşlardı. Anadolu’nun ilk dönem tarihi üzerinde coğrafyanın karmaşık etkisini daha açık biçimde anlayabilmek için, önce İç Anadolu platosunun iklimine ve yaşama koşullarına bakalım. Bir kere, Tuz Gölü’nün çevresinde oldukça geniş bir alan aslında çöldür, daha büyük bir kısım ise bozkırdır. Burada koyunun keçinin otlayacağı kadar yeşillikten fazlası yetişmez. Havanın çok sıcak olmadığı yaz aylarında nehir vadileri dışında su kıttır. Kara kışın ayazı, kar havası köylünün yaşamını zorlaştırır... Hititlerin, imparatorluğunun büyüklüğü ve gönenci konusunda kuşkuya yer bırakmayacak kanıtlarıyla bildiğimiz tek Tunç Çağı ulusunun, niçin yurt diye ve yönetim merkezi olarak Anadolu’nun çekiciliği olmayan bu bölgesini seçtiğini anlamak kolay değildir. Hititlerin tarihinde ve sanatında görülen karakterinin kimi yönlerini, platonun süslü olmayan eril doğa görünümüyle içli dışlı olmaya, giderek böylesine çetin çevrenin kabul ettiği dünya zevklerinden el çekme anlayışına yorası geliyor insanın. Aynı ölçülerin günümüz Ankarası için geçerli olduğunu söylemek haksızlık olur. Bu kentteki hoş yaşam insan eliyle geliştirilmiştir.Ayrıca İstanbul’a ve deniz kıyısına kaçmak için işlek bir yolu vardır. Gene de Osmanlı döneminde Ankara’nın en çok bilinen siyasal sürgün yeri olduğunu kimse yadsıyamaz. Şimdi tam karşıya, yarımadanın “iskele” ucuna dönelim. Güneybatısında derin girintili çıkıntılı kıyısı olan Ege’de dört büyük nehir vadisi vardır. Kaikos(Bakır Çayı), Hermos(Gediz Çayı), Kaystros(Küçük Menderes) ve Maiandros(Büyük Menderes). “Akarsu çağlayanlarıyla dolu, güleç bir ülke; bitek vadileri, dağlarını örten yüzyıllık ormanları, kıyıları olan bir ülke... Bu ülke bir zamanlar Yunanlıların oldu, burada kentler kurdular, tepelerini tapınaklarla taçlandırdılar, tez canlı mizaçlarıyla durmaksızın kentin havasına canlılık kazandırdılar.”(W.R.Ramsay) . Herodotos, “bildiğimiz hiçbir ülkeye gökyüzü, mevsimler böylesine lütufkar olmamıştır” derken pek abartmıyordu. Çünkü, Ege kıyısında kışlar Yunanistan’da olduğundan ılık, yazları meltem orada olduğundan süreklidir, toprak daha verimlidir, ortalama 50 santim yağışla ürün alınır. Meyve boldur, özellikle incir için buradakinden uygun hava olmadığı söylenir. Zeytinlikler, bağlar ülkesidir; hızla akan nehirlerin yukarısındaki tepelerin yamaçları ormanlarla kaplıdır. Bu bölge düzlüklerin ve otlakların uzandığı platoya pek benzemez, platonun doğası da daha uzaktaki Doğu Anadolu Alplerinin doğasına benzemez. Asıl plâto, yaklaşık olarak kuzeyden güneye Eskişehir, Afyon, Dinar çizgisinde biter. Bu çizgiyle kıyı arasında verimli otlak ve ormanları olan artbölge vardır. Zamanında Yunan kentleri gemi yapımı içir keresteyi, bir çok işte kullanılan, adını Pergamon’dan(Bergama) alan parşömen için deriyi buradan sağlarlardı.Yarımadanın güney ve kuzey kıyıları farklı özellikler gösterir. Her iki kıyı da, Anadolu tarihinde küçük roller oyhnamıştır. Akdeniz’de bölge coğrafyasının değişik etkileri üç ayrı yörede sergileniyor. Bölgenin doğu ucunda Amanos ile Toros Dağları denizden uzaklaşarak yerlerini kıyıda “Cennet Nehirleri” Saros ile Pyramos’un ( Seyhan ile Ceyhan) bir uçtan öteki uca suladığı geniş alüvyonlu topraklara bırakırlar. Burası yaz aylarının nemli sıcağı, kış yağmurlarının bolluğuyla ünlü Çukurova’dır(Kilikia). Adana ovasında tarihöncesinin ilk dönemlerinde Neolitik Çağ’ın çifçileri yerleşmeye başlamı, böylelikle Suriye ve Anadolu platosundaki koşut gelişmelerle aralarında bir bağ kurmuşlardır. Her iki ülkeyle de kültürel bağları olan bu bölge, Tunç Çağı boyunca, Hurri soylularının elinde, “Kizzuvadna” adıyla Hitit İmparatorluğu’nun ayrılmaz parçası olmuştur. Torosların dirseğinde, dağların denizden yükseldiği yerde, Kilikia’dan ayrılan küçük kıyı ovasının adı Yunan-Roma çağında Pamphylia (Antalya) idi. Haritadaki görünüşünden buranın da nehirlerin getirdiği alüvyonlu topraklanrdan oluşmuş düz bir ova olacağını sanırsınız. Ama tam tersine, kumulların kesiştiği ve yer yer çalılıklarla örtülü, dalgalı bir arazidir burası.İklimi bile Adana ovasından farklıdır. Öyle görünüyor ki, ilk yşerleşmeciler Akdeniz’in bu kendine özgü köşesini atlayıp geçmişler, bölge, Yunanlılar gelip yoğun biçimde yerleşinceye değin, tarihte pek bilinmemiş (Çevirenin notu: Yazar, tarihöncesi dönemi dikkate almamıştır). Antalya’nın (ta Helenistik çağa kadar kent diye bir şey olmadı üzerinde) batısında belirgin bir bölge daha var: Lykia. Burası Hititlerin Lukka Toprakları dediği yer olmalı. Düzlüklerin aksine, yüksek dağların birbirini kestiği bölgede, dimdik uçurumlar doğrudan denize iniyor. Daracık geçitleri olan bu garip dağlık bölgenin içinde ve yüksek bölgelerde, dilleri başka dillere benzemez yerli bir halk otutururdu. Bu insanlar Tunç Çağı’nda başlayıp Hıristiyanlık döneminde de süren bir azimle kendi kültürel geleneklerini korumuşlardır. Karadeniz kıyıları, batı ve güney kıyılarına pek benzemez. Kıyıya koşut (paralel) sıradağlar kıyıda dar bir şerit bırakıp yamaçlardan akan sellerle yarılır. Derin boğazlardan geçip kendine yol açarak platodan inen iki büyük nehir, Yeşilırmak ile Kızılırmak (İris ile Halys), iki yerde delta oluşturmuş. Kıyıların büyük kesimi sürekli esen rüzgarlarına açıktır. Yaz aylarında bile serin ve çoğu zaman yağmur getiren bu rüzgarlar ılıman bir iklim yaratır. İklim, buğdaydan çok , (Amerika anakarasından geleli beri) mısır üretimine, en çok da fındık yetiştirmeye uygundur. Yalnız Trabzon (Trapezus) yöresinin en doğusunda, Kafkasların başlıca kuzey rüzgarlarından koruduğu yörede Akdeniz iklimi egemendir. Bu yörenin denize bakan yamaçlarında açelya ormlanları, yarı torpik bitki örtüsü vardır. Pontos (Karadeniz) ve Paphlagonia (Kastamonu) kıyılarında Yunanlılar geç bir dönemde, gönülsüz, yerleşim bölgeleri kuruncaya değin, bu yörelerin yerli halkı hakkında çok az şey biliniyordu. Kızılırmak Nehrinin (Halys) doğusuna doğru Erzincan ve Malatya yaylalarına yaklaşırken yükseklik artar. Plato ile yüksek yaylalar arasında kalan Kappadokia kalabalık bir bölge olarak burada yer alıyor. Kayseri (Caesarea Mazaca) sönmüş eski bir yanardağ olan Erciyes (Argaios) Dağı’nın görkemli silüetinin altındadır. Yanardağdan kalan topraklar en çok bağcılığa elverişlidir; ayrıca bölgenin sahip olduğu geniş otlaklar, at yetiştirmedeki ünüyle tarihte yer almaktadır. Daha doğuya gidildiğinde, Fırat’ın düz kollarından daha ileride, platodan ve yarımadadan keskin biçimde farklılık gösteren Doğu Alpleri vardır. Selçuklu Türkleri 1071 yılında Bizans ordusunu bozguna uğrattığında, ilk olarak, Anadolu’nun bu yüksek doğu bölgelerini ele geçirmişti. Bu bölgede strajik merkez olan Erzurum, uzakta Van Gölü’nün yükselmiş suları bulunmaktadır. Türk sınırını İran Azerbaycanı ve Sovyet Rusya ile karşılaştığı yerde, Ağrı Dağı’nın ikiz tepeleri deniz yüzeyinden 5195 metreye yükselir. Eski çağların Anadolu’yu oluşturan bu bölgeleri birbirine bağlayan büyük kervan yolları ülkeyi enine boyuna geçmiş, göçlerin ve ticaretin (tecimini) aktığı damarlar olmuş, devletlerin iletişim kanalllaarı haline gelmiştir. Bu yolların batıdaki durak yerleri değişiktir. Avrupa’dan geçişlerde İstanbul Boğazı ile Çanakkale Boğazı; Marmara’nın derin bir girinti yaptığı koyun sonunda, bir liman kenti Nikomedeia (İzmit); ya da Kyzikos (Bandırma) limanı. Bütün bu yönlerden gelişlerde alışılagelmiş yollar Dorylaion (Eskişehir) üzerinden platoya gidiyordu. Bugün de tren yolu, Birinci Haçlı Seferlerine gidenlerin geçtiği yolu izler. Başka bir seçenek de Ege kıyısındaki büyük liman kentlerinden yola çıkmaktır: Smyrna (İzmir), Ephesos (Efes), Miletos (Milet) ya da Genç Kyros’la ücretli Yunan askerleri gibi, Hermos vadisindeki Lydia başkenti Sardes’ten (Sart) yola çıkılabilir. Bu yerlerden çıkan yollar daha sonra yine ünlü olan ikinci bir yerden platoya girer: Kelainai’dır burası (sonraları Apameia, bugünkü Dinar), Perslerin Kral Yolu olan anayol, Sart’tan gelip kuzeydoğuya döner, Friglerin başkenti Gordion’da Sangarios’u (Sakarya) geçer. Ankara’dan sonra yol Halys’ü (Kızılırmak) geçip Hitit ülkesine girer ve Kayseri’den doğuya, Anti Toroslar’ın geçitlerinden Malatya’ya, Fırat’a gider. Kayseri’den sonra güneye doğru bir kol ayrılıp Bor’a (Tyana) uzanır ve burada Dinar’dan gelip doğuda platonun güney sınırın iuzleyen aşağı yolla karşılaşır.Daha sonra iki yol birleşip Torosların ünlü geçidi Kilikia Kapılarından (Gülek Boğazı) geçer. Adana’dan sonra kıyıyı izleyen daha sapa bir yoldan Suriye’ye ya da Amanos dağlarını aşıp Orta Fırat geçitlerine gidilir. Kayseri’den sonra da kuzeydoğu yönünde Sivas’a ve daha sonra da Erzurum’a giden eski bir ana yolvardır. İlkel araçların bıraktığı tekerlek izleri üzerinde günümüz motoru araçlarının da gittiği bu yol, Erzurum’da ünlü “Transit Yol”a bağlanır. Erken çağlarda Transit Yol, Tebriz’den gelen İranlı tecimenleri müthiş geçitlerden geçirip Karadeniz’e getirirdi. Ancak ikinci yollar da vardı; örneğin Trabzon’dan batıya giden zorlu kıyı yolu ya da gene kuzeydeki limanları içerilere bağlayan başka yollar. Bütün bu yollar, ilerdeki bölümlerde tecimsel ve askeri önemleri ortaya çıktıkça dikkatimizi üzerinde toplayacaktır. Bugün, yarım yüzyıldır süren yol yapımlarından sonra Anadolu’nun çehresi geniş ölçüde değişmiştir. Bu değişiklik hem Türklerin hem de yaz aylarında yurt dışından gezemeye gelenlerin lehine olmuştur. (S. Lloyd,Türkiye’nin Tarihi, TÜBİTAK Y s: 4-9) Hitit adı, Tevrat’ta geçiyor. 19. yüzyılın tarihçileri bu adı önce Tevrat’ın dışında, yeni bilgiler edinmeye başladıkları Suriye ve Küçük Asya’da İsa’dan önce yaşamış bir insan topluluğu için serbestçe kullanmaya başladılar. Eski Ahit’te Hititlerle ilgili en eski sözlerden, İbrani yazarlarının bu halkı Resuller döneminde Doğu Akdenizde oturan topluluklardan biri saydıkları anlaşılmaktadır. Ancak Kutsal Kitap’ta, daha sonra krallık döneminde Kral Hazreti Süleyman’ ın Hititli eşlerinden, iki kez de savaş arabaları ve atları olan “Hitit Kralları’ndan söz edilir. Bu nedenle 1860'larda Hama ve Halep gibi Suriye kentlerinde Mısır Hiyeroglifleriyle yatkınlığı olmayan resim-yazıların yontulduğu bazalt plakalar bulununca, bilim adamları bunları “Hitit” eserleri diye nitelemekte haklı çıktıklarını düşünüyorlardı. Ardından Toros Dağları’nın kuzeyinde İvriz gibi uzak bir yerde kayalara yontulmuş benzer yazıtların haberleri gelince, Hititlerden kalan eserler Anadolu platosunda da aranmaya başladı. O sırada bu gizemli halkın tarihiyle ilgili iki yeni kaynak daha bilgi vermeye başlamıştı: Birincisi, çözümlenen Mısır hiyeroglifleri, ikincisi, Mezopotamya çivi yazıları. Bu ulusun İbrani dilindeki adının öbür dillerde de aynı biçimde söylenmesi beklenmiyordu; ama Mısır metinlerinde geçen “Kheta” nın, Asur metinlerinde geçen “Hatti” nin Hitit olduğu açıkça belli oluyordu. Her iki dilde de, bu adların da geçtiği tarihsel olaylar söz konusu devletin ya da ülkenin Ortadoğu’da cok erken dönemden beri siyasal bir konuma sahip olduğunu göstermekteydi. Mısır kayıtları Kheta ordularının ta 3. Tuthmosis baştayken (İÖ 1504-1450) Mısır ordusuyla karşılaştığını, 200 yıl sonra, 13. yüzyılda bir Kheta kralının 2. Rames’le antlaşma yaptığını anlatmaktadır. Akhenaten (İÖ 1379-1362) ve 3. Amenophis (İÖ 1417-1379) zamanında çivi yazısıyla yazılmış ünlü Amarna Mektupları 'ndan birini Firavuna, devleti Küçük Asya’da bir yerde olduğu anlaşılan “Hatti Kralı” Şuppiluliuma yollamıştı. Gene 11. yüzyıl ve daha sonraki Asur kayıtlarında “Hatti Ülkesi”nin Suriye olduğu açıktı. Bütün bu bilgiler, coğrafi açıdan bakıldığında, aklı karıştıracak nitelikteydi. Ancak bu yüzyılın başında yapılan yeni arkeolojik buluşlar sorunu tümüyle çözecekti. “Hitit” yazıtlarının ve çoğu kez onlara eşlik eden kabartmalar türünden eserlerin aranması, çok yıllar önce, Kızılırmak yayının içinde kalan koca Boğazköy öreniyle onun yakınında yer alan Yazılıkaya’nın açık hava tapınağındaki sıra sıra yüksek kaya kabartmalarının bulunmasına yol açmıştı. 1906 yılında Büyükkale adıyla bilinen yüksek kalede Alman kazıları başladı ve çok geçmeden çivi yazılı tabletlerden oluşan büyük bir arşiv günışığına çıkarıldı.. Yazıların içeriğinden Amarna mektuplarında sözü edilen “Hatti Ülkesi”nin başkenti Hattuşaş’ın burası olduğu anlaşıldı. Bulunan ilk tabletler arasında yukarıda sözü edilen 2. Ramses’le “Büyük Kheta” arasındaki anlaşmanın “Hatti” dilinde yazılmış metni de vardı. Arşiv artık tümüyle çözümlenip incelendiğinde, tarihsel olayların düzeni de en sonunda açıklığa kavuşmuş oldu. İÖ 1700'lerden başlayarak beş yüz yıldan beri, yöneticileri Hint-Avrupa kökenli olan bir devlet, İç Anadolu’nun gitgide daha büyük bir kesimini ele geçiriyor, daha güneydeki bölgeler için de Mısırlılarla ve Asurlularla çarpışıyordu. Mezopotamya dillerinde devletin adı “Hatti” idi; çünkü İÖ üçüncü bin yıldan beri Anadolu’nun yerli halkına verilmiş olan ad buydu. İÖ yaklaşık 1400'lerden kalma bir Asur metninde, metnin yazılış tarihinden yaklaşık bin yıl önce yaşamış Akad hükümdarlarının işleri anlatılmakta, Anadolu’nun güneylerinde bir yerlerde Naram-Sin’in bir “Hatti” hükümdarıyla savaştığından söz edilmektedir. Şimdi bu ülkenin yeni halkı, yurtlarını işgal ettikleri “Hattiler”le karışmasın diye, Tevrat’ta geçen şu eski “Hititler” sözcüğüyle adlandırılıyor. İÖ 1200'lerde Hitit tarihinin akışı aniden kesilivermiş, bugün pek anlaşılamayan nedenlerden ötürü, batı Anadolu’da çıkan bir etnik kargaşayla platodaki yurtlarından sürülüp atılmışlar. Ama sonraları, onuncu yüzyıl ile yedinci yüzyıl arasında, Toros Dağları’ndan ve Suriye'nin kuzeyinde bulunan küçük kent devletlerinin yarı sakinleri olarak bir kez daha ortaya çıkmışlardır. Değişken olarak “Geç Hititler” ya da “Suriye Hititleri” dönemi denen bu dönem Filistin’deki İbrani Krallığı zamanına rastlar. Devamı İçin Burayı Tıklayınız... |
Bugün 274 ziyaretçi (402 klik) ile buradaydı.©