Diller :
Açıklığa kavuşturulması gereken ikinci soru diller üzerinedir. İÖ üçüncü binin sonlarında, Hint -Avrupalı kavimlerin gelmesinden önce,Anadolu’da Hatti diyebileceğimiz bir dilin lehçeleri konuşuluyordu; ama yazı hiç bilinmiyordu. O sırada Ortadoğu’nun başka yerlerinde kullanılan en yaygın yazı türü, kil üzerine çıkarılan çivi biçimleriyle yazılan çivi yazısıydı. Bu yazı Mezopotamya’ya özgü Akad dilinin ticarette ve diplomaside lingua franca olmasını sağlamıştı. Yukarıda gördüğümüz gibi, yazının Anadolu’ya ilk girişi, Kaniş’te ve başka yerlerde tecim yerleşmeleri kuran Asurlu tecimenlerle olmuştu. Birbirini izleyen dalgalar halinde Anadolu’ya göç eden Hint-Avrupalı kavimler tümüyle değişik nitelikte diller konuşuyordu. İlk gelenler ülkenin güneybatısına Luvice konuşuyordu. Sonradan Paphlagonia adını alan kuzey bölgelerde Palaca konuşuluyordu. Ancak Kızılırmak Nehri’nin geçtiği topraklarda ve Kappadokia’da konuşulan üçüncü bir dil vardı ki, bu hepsinden önemliydi. Konuşanlar bu dile, iyice anlaşılamayan nedenlerle, Neşa’ca diyorlardı. Bu dil bugün bildiğimiz Hititçe’dir ve daha başlarda Hitit başkenti Hattuşaş’taki çivi yazısı arşivlerdeki Akadça metinlerin yerini almıştır. Bunlara ek olarak, ilk gezginlerin “Hitit Hiyeroglifleri” diye sözünü ettiği resim-yazılı yazıtlar gerçekte bir Luvi yazısıdır; sonradan bunu Demir Çağı’nın Geç Hititleri benimsemiştir.
Hitit halkı ve dilinin tanıtımıyla ilgili bu girişten sonra, onların nasıl ünlendiklerini artık güvenle anlatabiliriz.
İÖ 2000'den bir süre önce başlayıp Hititleri Orta Anadolu’ya getiren kavimler hareketi üzerine çok şeyler söylenmiş, çok tartışmalar yapılmıştır. Ama artık bunların, Karadeniz’in batı ucundan güneye doğru ilerleyip İstanbul Boğazından geçerek Anadolu’ya girdikleri konusunda çok az kuşku duyuluyor.(Çevirenin notu: Hititlerin Anadoluya nereden geldiklerini bilmediklerine yukarıda değinilmişti). Bu giriş, geride viraneler bırakan bir fetih hareketi değil, askeri yeteneği ve diplomatik zekası üstün bir kavmin adım adım Anadolu toplumunun içine sızmasıdır. Bu gelişmeyi daha açık bir biçimde görebilmek için Hititlerin ilişki kurdukları Hatti halkı ve yöneticileri hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak gerekir. Ne yazık ki ilk çivi yazıları konuya ilişkin pek az ipucu veriyor. Örneğin Kaniş’teki Asurlu tecimenlerin arşivlerinde doğrudan tecim işleri ve alışveriş dışında herkesi ilgilendiren konulardan çok az söz edilir. Bununla birlikte,İÖ 1870'ten başlaarak Kaniş’ten başka kentlerin kralları olan ya da en azından makam sahibi yöre yöneticilerinin oturduğu sarayları bulunan kentlerin adını görmeye başlarız. Bunlardan birinin kraliçesi vardır; Buruşattum (Buruşanda ) adında bir başka kent de “Büyük Kral” sanıyla yüceltilen yöneticisi nedeniyle öteki kentler arasında sivrilir. Bu kentin kimliği hemen hemen kesinlikle belli olmuştur: Burası Tuz Gölü’nün güneyindeki Acemhöyük ’tür. Acemhöyük kısmen kazılmış, saray kalıntıları açığa çıkarılmıştır.
Kaniş tabletlerinde geçen özel kişilerin adları-tarihin yazılmasında- daha çok yardımcı olur. Mezopotamyalı tecimenler yerli halkla yalnız işleri gereği yakın ilişki içinde değildi: Belli ki aralarında, yerlilerle evlenenler çoktu. Sonuçta, tabletlerde onların adı da sık sık geçmektedir ve dilbilim yoluyla bu adlardan öğrenilecek şeyler vardır. Bu kişilerin çoğu Anadolu’nun yerli ailelerdindendir; ama değişik Hint-Avrupalı adlardan da çok vardır. Konumuz için bu özellikle öneldiri. Bu adlar içinde Luvi ve Neşa dilinin özellikleri ayrıt edilebilmektedir. Neşa dilinin kesin olarak Hitit dili olduğu söyelenibldiğine göre nüfusun daha o zaman karışık ırklardan oluştuğu, kimilerinin düşündüğü gibi, nüfus içinde çoğunliuğu sağlayan Hititlerin sonradan kendi devletlerini kurup pekiştirdiği sonucunu çıkarabiliriz. (S. Lloyd,Türkiye’nin Tarihi, TÜBİTAK, s: 25-30)
Hitit Krallığının kuruluşundan geriye doğru gidildiğinde, çok yıllar önce Kaniş’te(Kültepe ) kazılarında ortaya çıkarılan Asur yerleşmesi ilk önemli buluştur. Bu yerleşmenin kurgusunda, ön sırada Asurlu tecimenlerin evleri var; ama alçak gönüllü yeterli konutlar, çatmaları ağaçtan, tuğla örmeli, çoğu iki katlı evler... Resmin her yerinde iş kaydı tutmanın önemi belli edilmiştir. Kil tabletlerin sertleşmesini sağlayan fırınlar avluda çok yer tutmuş. Bu tabletler ya raflara istif edilir ya da toprak küplerde saklanırdı. Kentin dış mahallesini oluşturan bu evlerin çevresini kuşatan kendi duvarları vardı; kapısında zorlu bir yolculuk sonunda Mezopotamya’dan dönen ya da oraya gitmek üzere ayrılan tüccar eşyası yüklenmiş “karakaçan” kervanları geçmektedir. Arka planda kuleli duvarlarla çevrili asıl kentin görkemli kapısına doğru bir yol dönerek tırmanmaktadır: Çünkü her malın “sarayda” denetlenmesi ve yörenin yöneticisine ondalık ödenmesi gerekmektedir. Eski yerleşim katlarının oluşturduğu höyüğün üzerinde yükselen Kaniş, arkasındaki başı karlı Argaios (Erciyes) Dağıyla etkileyici bir silüet vermektedir. Yöre yönetimi konaklarda otururdu.İÖ 2300'de Eski Tunç Çağı sarayında, bin yıl sonrasının Miken saraylarında olduğu gibi dört sağlam ağaç sütunu ve büyük yuvarlak ocağı olan bir megaron yapı çevresinde evleri olurdu.). Geride bıraktıkları eşyaya bakınca (zarif toprak kaplar ve üç boyutlu ya da çizgiyle yapılmış süsler) Orta Tunç Çağı’nda yaşayan Kanişlilerin beğenilerinin, tıpkı kentin altındaki mahallede yaşayan yabancı konuklar gibi gelşimiş olduğu anlaşılır. Okuma yazma bilememelir ise bu nitelikleriyle tuhaf bir çelişki sergiler. Bu konulara ileriki bölümlerde daha fazla değneceğiz.
Üzerinde duracağımız ikinci resmi, Türk kazıcılarının, bu kez Boğazköy yakınında Alacahöyük'teki çalışmalarına borçluyuz. Alaca’da Hitit kentinin temelleri altında yapılan açma, önceleri sırdan bir işti. Ancak açmanın yapılacağı yerin seçiminde talihin yardımı olmuştu; çünkü 1935 yılının kazı mevsiminde Eski Tunç Çağı mezarlığı ortaya çıkarıldı. Açılan 13 mezarda yerel yöneticilerle alilelerinin yattığı belliydi. Kaba taş duvarla çevrilmiş dikdörtgen mezar çukurlarının çatısı ağaç gövdeledriyle örtülüydü. Madeni kısımları ve süslemeleri günümüze değin gelmişti; ağaç eşya için mezarda yer bırakılmış, ölü zengin kişisel eşyasıyla gömülmüştü. Erkeklerin yanında silahlar, kadınların yanında süs eşyası, ayırca evde kullanılan kaplar, birçoğu değerli madenlerden yapılmış aletler vardı.Başka birtakım nesnelerin de gömme töreniyle ilgili olduğu anlaşılıyor. Bunların bir kısmının kurgusu yeniden yapılagelmiştir. Mezarlığın birkaç kuşak boyunca kullanlıdığı açıkça görülüyor.”Alem” denen, mezar eşyası arasında sıkça çıkan madenden garip ızgaralar ve hayvan heykelcikleri, burada, mezar örtülmeden önce üzerindeki katafalkın ya da geçici tentenin tepesini süsleyen nesneler olarak kabul edilmiştir. Mezarların üzerine konmuş kurbanlık sığır başları ve tırnakları gömme töreninde şölen yapıldığını akla getirmektedir.
Alacahöyük bulunduğunda Anadolu’nun erken döneminde yaşamın nasıl olduğu pek bilinmiyordu. Gerçe başka yerlerde yapılan kazılar, İÖ üçüncü bin yılın büyük bölümünde tarımla uğraşan bir boyun, barış içinde, platonun yüksek kesimlerindeki topraklarda ekmi yaptığını göstermişti. O zamana değin varlıklarından başka hakkında çok şey bilmediğimiz bu halkın özellikleri ya da ırksal kimlikleri, çoğu köy topluluklarını akla getiren küçük ev araçlarından arta kalmış sınırlı kanıtlara dayanıyordu. Alacahöyük’ün bulunması bütün bunları değiştirdi. Mezarlardan çıkanlar yaklaşık olarak İÖ yirmi üçüncü yüzyılla tarihleniyordu; bu da onların Schliemann’ın ünlü hazinelerini bulduğu Troia’nın ikinci katıyla çağdaş olduğunu gösteriyordu. Kısa sürede Anadolu’nun başka bölgelerinde de ayını döneme ait karşılaştırılabilir buluntuların çıkmasıyla, ülkenin yönetici sınıflarının zenginliğini ve yaşam düzeylerini gösteren maddi kalıntılar çoğalarak esalı bir yığğın oluşturmaya başladı. Bütün kaynaklardan toplanan eşyanın dökümüne gidildiğinde, bunları yapanların özelikle maden çıkarmada, işlemede, madenden eşya yapmada çok usta oldukları görülüyordu. Örneğin, Eski Tunç Çağının ikinci yarısında madene eşya yapan ustalar cire-perdue yöntemiyle kalıba dökmeyi, maden kaplamayı, kaynak ve lehimi, çekiçle işlemeyi ve döverek şekillendirmeyi, tanelendirmeyi, telkari işlemeyi, hatta mine işlerini bile biliyorlardı. Ortaya çıkan nesneler arasında, ustaların kullandığı anlaşılan yarı değerli taşlar ve lüks gereçler görme de pek şaşırtıcıdır. Bunlardan kaya kristali (kuartz), akik, yeşim, obsidyen ve lüle taşını kendi ülkelirinde elde edebiliyorlardı. Fildişi, kehribar, lacivert taşı ve firuze taşını ise dış ülkelerden ticaret yoluyla sağlıyorlardı.
Alacahöyük’teki keşiflerden üç yıl sonra, bir İngiliz arkeoloji ekibi, alt yüz yıl kilometre güneyde, Adana ovasının en batı ucunda, Mersin kentinin varoşlarında görece küçük bir höyükte kazılar başlamıştı. Burada karşılarına Tunç Çağı’ndan önce gelen Kalkolitik Çağ’dan kalma bir köy yerleşmesi çıktı. Ekip, yaklaşık olarak İÖ 4500'le tarihlenen bir katmanda çok çarpıcı bir keşifte bulundu. Bu tarihte höyüğün tepesi düzlenmiş ve bütün yerleşme, kolaylıkla tanınabilecek askeri bir kale şeklinde dizgeli olarak yeniden kurulmuştu. Bu yapılaşma mimarlım tarihinde kendi türünü en eski örneğiydi. Dar pencereler ve kuleli bir kapısı olan kalın çevre duvarlarının içinde, muhfızların kalacağı yerler, standart birimler olarak düzenlenmişti. Hepsinde iyi donatılmış bir oturma alanı ve küçük bir avlu vardı. Avludaki ‘sapan taşları’ savunmacıların cephanesiydi. “Komutan”ın kaldığı yerler daha genişti ve içlerindeki birkaç güzel boyalı toprak kapla diğerlerinden ayrıcalıklıydı.
Mersin ’deki küçük kalenin altındaki kazı, tabaka tabaka ilerledikçe, gün ışığına çıkarılan çanak çömleğin biçimi ve bezemesi de gittikçe kabalaşıyordu. Artık madenin izine raslanmıyor, buna karşılık çakmaktaşı yongaları ya da obsidyen aletler çoğalıyordu. Açma, belirgin bir biçimde Yeni Taş Çağı yerleşmesinin üst düzeylerine varıyordu; ama alan öylesine küçülmüştü ki, yerleşmenin çağındaki durumu açık olarak görülemiyordu. Bu düş kırıklığı, arkeoljik çalışmaya daha elverişli durumda olan Neolitik bir yerleşmenin yirmi yıl sonra bulunmasına değin sürecekti. “Verimli Hilal” denen toprakların çevresinde değil, İç Anadolu’daki Konya Ovası’ndaydı bu yerleşme: Çatalhöyük
Böylece dördüncü ve sonuncu sahneye geldik. Bu sahne, bilim adamlarının bugün uygarlık dedikleri yolda ilerleyen Anadolu halklarının birbiri ardına geçtikleri aşamaları temsil ettiği için seçilmiştir. Artık bilgimizin ufukları genişleyip zaman içinde belki de İÖ 6000'e değin gelmiştir, ama karşılarında ilkel, gelişmemiş yaşam biçimi görmeyi umanlar yanılacaktır. 1961 yılında İngiliz arkelologlar Çatalhöyük denen yerle uğraşmaya başladılar. Bu höyüğü seçmelerinin nedeni, on beş metre yüksekliğinin tümünün, Yeni Taş Çağında (Neolitik) uzun süreli bir yerleşimler dizisini temsil ettiğini düşünmeleriydi. Bu düşünce doğru çıktı; ama yüksekliğin yanında tepenin kapladığı alanın ne anlama geldiğini iyice kavrayamamışlardı. Burası köy değildi; yaklaşık 140 dönümlük beldeydi. Beldede evler kesme kerpiçten yapılmış, arı kovanında olduğu gibi, göz göz birbirine yapışmıştı. Her birinde bir kaç dikdörtgen oda bulunan evlere ancak tahta merdivenle düz damdan iniliyordu. Doğal olarak damdan dama geçiliyor, damlar beldede oturanların toplumsal yaşam alanları oluyordu. Evlerin birçok garip yanı vardı. Bunların kimilerinin kutsal tapınma yerleri olduğu görülmektedir.: erkek hayvan başı ya da boynuzları ya da bunların yapay benzerleriyle özenle süslenmişlerdi. Duvarlara renkli resimler yapılmış, sıvandıktan sonra da tekrar tekrar boyanmıştı. Resimlerdeki desenler Eski Taş Çağı’nın (Paleolitik) mağara resimlerine çok benziyordu. Bu resimler, erken dönem insanının etkinlikleri, görünüşü ve giysisi, hatta dini konusunda doğal olarak çok önemli bilgi kaynağıdır; ancak sanatı, becerileri konusunda da elimizde çok kanıt vardır: Taştan yontulmuş ya da kilden küçük insan ve hayvan heykelcikleri; alet yapımında, kimi zaman da nitelikli oyma süs eşyası yapımında kullanılan kemikler; aralarında cilalı taştan topuzların, okların ve geçmeli obsidyen başı olan mızrakların bulunduğu silahlar. Sepet ve hasırdan kalan izler bulunmuştur. Eğirme, dokuma aletleri yaygındır; mucize eseri, gerçek dokuma parçası elimize geçmiş ve korunmuş durumdadır. Akdeniz’den gelmiş deniz kabukları, bölgede çıkmayan maden filizleri ve boyalar geniş çaplı bir tecimin (ticaretin) varlığını göstermektedir. Süslemesiz toprak kaplar yerleşmenin tarihi boyunca kullanılmıştır. Bunların biçimi, elimize bozulmadan ulaşmış ağaç kap örneklerinin benzeridir.
Bulunan tahıl yığınlarına bakıldığında tarımın, Çatalhöyük’ te ekonominin temelini oyluşturduğu açıkça görülmetedir. Yerleşmenin, düzenli aralıklarla taşan bir nehrin kıyısında kurulmuş olması, sulu tarımın yapılabilirliğini akla getiriyor. Hayvan evcilleşirildiğine dair belirgin bir kanıt yok; ama yaban sığırı, geyik, yaban domuzu kemikleri, duvar resimlerindenedinilen izlenimi onaylıyor; avcılık hala temel uğraş olsa gerek. Bir genelleme yapacak olursak, erken gelişme gösteren bu kültürün kökeninin Türkiye’den başka hiçbir yerde olduğunu gösteren bir belirti yoktur.
Çatalhöyük ’te yapılan bu anıtsal kazının özellikle önemli olan yanı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Eski Taş Çağı’nın (Paleolitik) mağara adamının toplayıcı ekonomiden yakın bir zamanda yerleşik düzene ve yarı tarım ekonomisine geçişi, bu kızıyla gözler önüne serilmektedir. Burada insanlar, evlerinin duvarlarını mağaradaki atlaranınıb yaptığı resimleri andıran çizimlerle süslemektedir. Bununla birlikte başka bakımlardan yaşam biçimkleri hızla şaşırtıcı kültürel inceliğe erişmiştir. Erken gelişmiş olmaları, sonunda zamanından önce olgunluğua erişmelerinin nedeni olabilir Çünkü tarihöncesine ilişkin bilgilerimize göre, bu kültürün devamı olmamış, Çatalhöyük’teki yerleşme terkedildikten sonra Neolitik kültür geçici olarak gerilemiştir.[ Çeviren notu: Yeni kazılarla durumun böyle olmadığı görülmüştür).
Çatalhöyük, tarihöncesi arkeolojisinin Anadolu’da gerçekleştirdiği başarıları örneklemek için seçmiş olduğumuz dört temsili buluşun sonuncusudur. Bu kazılardan çıkarılan sonuçlar, göze daha az çarpan başka kazılardan ve birçok değişik çevre araştırmasından elde edilen sonuçlarla, ayrıca sayısız arkeoloji yayınında yapılan hareketli tartışmalarla, elbette ki, desteklenmiş, zenginleştiriylmiştir. Gene de bilgi alanlarımız hala birbirinden çok uzak ve aralarındaki bağlar da gevşektir. Ama öyle zamanlar olur ki, bir duvar resminin kabaca çizilmiş taslağı içine seyrek aralıklarla yerleştiriylmiş gibi görünen bu alanlar, kompozisyon şimdi yeni yeni belirmeye başlayınca, bitmiş resim parçaları gibi, umulmadık biçimde ortayla çıkar. (S. Lloyd,Türkiye’nin Tarihi, s:18-24 )
Hitit Uygarlığında Madencilik : Kılıçlar, Heykelcikler.
Hitit İmparatorluğu coğrafyasının şaşırtıcı yönlerinden biri, Hitit Başkentinin (Boğazköy yani Hattuşaş) İç Anadolu’nun kuzeyindeki konumudur. Yapılan kazılar sonucunda, güneyde Kargamış, Halep ve Alalakh gibi savaşçı bölgelerde imparatorluğun politik ve ekonomik açıdan ilgi alanlarını yansıtan çok sayıda belge elde edilmiştir.Hititler, imparatordluğu, zaman zaman politik sorunlara sahne olan kuzeydeki dağlık bölgeden yönetmişlerdi. Mısır’a karşı tutarsız bir sadakat içinde olan güney Suriye-Anadolu bölgesine güçlü askeri akınlar yapılmaktaydı. Mısır ve Hitit arasında büyük çekişmeye neden olan bir başka önemli konu da, zengin mineral kaynakları ve madencilik teknolojisiydi. Toros ve Amanos bölgelerinde yakın zamanda yapılan arkeometalurjik çalışmalar, bu servetin varlığını ortaya koymuştur. Aynı durum, İç Anadolu’nun kuzeyinde kolaylıkla erişilebilir mineral kaynakları barındıran Karadeniz Dağları için de geçerlidir. Sonuç olarak, Hitit İmparatorluğu’nun merkeziyle, kaynakları bakımından zengin olan sınır bölgeleri arasında fazlasıyla karmaşık ilişkiler doğmuştu.
Şehirlerin, Hattuşaş gibi imparatorluk merkezlerinden talepleri, maden imalatını etkilemiştir. Dağlık bölgelerdeki mineral kaynaklarına ulaşan geçitlerin kontrolünün, İÖ ikinci ve üçüncü bin yıllarda düzlükte bulunan orduların askeri müdahalesi ile sağlanabildiği sanılmaktadır. Dağlık bölgelerdeki endüstrinin arkeolojik tarihi henüz yeni anlaşıldığından, işgalin büyüklüğü pek bilinmemektedir. Hattuşaş’taki kazılar, Hititlerin önemli ölçüde mühendislik becerileri ve farklı örgütlenme stratejileri olduğunu ortaya koyuyor. Hititler, bu inşaat teknolojileriyle, imparatorluklarının dağlık alanlarında da bütünlük sağlayabilmişlerdir. Hititler, İÖ sekizinci bin yıldan itibaren Anadolu’da eşsiz bir gelişme gösteren maden teknolojisinin de mirasçıları olmuşlardır.Boğazköy’e yakın Sungurlu bölgesi, zirai açıdan verimli olmasının yanısıra maden, mineral ve orman bakımından da zengin bir çevreye sahiptir. Kuzeyde Karadeniz dağları ve güneyde toros çevresi de oldukça verilmelidir. Bu yüzden, Hitit endüstrisi demir yataklarına, ormanlara kolaylıkla ulaşabilmesi açısından düzlükteki devletlere göre stratejik avantaja sahipti. Güneyde bulunan Kizzuwatna, tarhuntassa, “Gümüş Dağı” Toroslar ve Amanos bölgeleri çok kısa sürede devlete katılmıştı. Bu kaynakların kullanımı konusunda öncelik hakkı isteyen Hititlerde, imparatorluğun mali zorluk içinde olduğu zamanlarda güvence sağlayan bir ekonomik risk stratejisi vardı.
Sonuç olarak, kaynak alanları ile takas ağının kurulması, Hititlerin parlak dönemlerinin öncesine rastlamaktadır. Bu takas ağı, Hitit döneminde de güçlenmiş ya da en azından durumunun korumuştur. Hitit Madenciliğine İlişikin bazı Görüşler .. (Bilim ve Teknik, 335. sayı, s: 12)
Kaniş (Neşa) Buluntuları. Hattilerden Hititlere..
Yabancıların ülkeye girmesinin, sonunuda bir tür siyasal ayaklanmaya yol açtığı belli oluyor; çünkü Kaniş yerleşmesi iki kez yanıp yıkılmıştır. İÖ 1740'lardaki ikinci yangın felaketinden sonra burası bir tüccar istasyonu olarak bir daha hiç kendine gelememiştir. Bu yerleşmenin son evresinde, Asurca belgelerin sağladığı kanıtları yazılı yeni kaynaklar tamamlamaktadır: Kültepe’nin dışında benzer yerleşmelerin kurulduğu Boğazköy ile Alişar gibi tarihsel yerlerden de tabletler çıkıyor. Acemhöyük ’ten çıkan yazıtlarda Asur kralı 1. Şamşi Adad’'ın adı geçiyordu. Ama Kaniş höyüğünden çıkan metinler de bunlar kadar önemlidir. Bu höyük, Hatti kentinin kalıntılarından oluşmuştur ve altında yerli yöneticilerin yıkılmış sarayları vardır. Bu yazılar, çok sonraları Hitit arşivlerinde yeniden kopya edilip saklanmış olan bir metne yeni ışık tutmaya da yaramıştır. Metin, Hatti kralları Pithanas ve oğlu Anittas’la ilgili olup acıkça Hitit Krallığının kurulmasından önceki olaylardan söz etmektedir.
Anittas’ın yazdırdığı düşünülen metinde, onun Kussara adlı bir kenti yönettiğinden söz edilmekte, ele geçirdiği komşu kentlerin bir listesi verilmektedir. Bu listenin ilginç noktası, listede, bugün Kaniş ’le aynı kent olduğu bilinen Neşa ’nın da adının geçmesidir. Anittas zamanında Hititlerin, güçlerini Kaniş üzerinde toplamış olduğunu gösteren belirtiler var. Öyle anlaşılıyor ki, Anittas ele geçirdiği kente özellikle acımasız davranmamış, belki de nüfusu oluşturan bu yeni, bu güçlü ögeyle kurulacak iyi ilişkinin sağlayacağı kazançları göz önünde bulundurmuştur. Anittas daha da ileri giderek başkenti Kussara’dan Kaniş’e taşımış, kenti yeniden tahkim etmişti. Belki sonradan Hattuşaş’ı yıkıp yağmaladığı zaman da Hititler savaş arabalarıyla atlarının yardımını görmüş olabilir. Anittas, fetihlerini Buruşanda’yı denetim altına alarak tamamladı ve böylece “Büyük Kral” ünvanını aldı.
1955 yılında Kaniş höyüğündeki saray yıkıntıları arasında önemli bir belge bulundu. Bu, komşu Mama kentinin yöneticisi Anum-Hirbi’nin Kaniş kralı Varsama’ya yolladığı mektuptu. Mektupta Anum-Hirbi çevresindeki yöneticilerden gördüğü düşmanlıklardan yakınıyor ve Varsama’ya anlaşma öneriyordu. Mektup, Kaniş’in yıkılışından ve Asur yerleşiminin ortadan kalkışından hemen önceki yıllardan kalmadır. Siyasal durumdaki istikrarsızlığın ve askeri güç kullanma tehdidinin mektuba yansıdığı görülüyor. Bütün bunlar, kurulmakta olan bir Hitit yönetiminin habercileridir.
Hattilerin siyasal tarihi üzerine bilinenlerin hepsi bu. Arkeolojinin sağladığı kanıtlardan, Hattilerin yaşam biçiminin Hitit uygarlığının temel öğelerinden biri olduğu sonucuna varılabilmiştir. Hattilerin dinsel simgelerle dile getirdiği düşünceler, Hitit sanatını kuşkusuz güçlü bir biçimde etkilemiştir. Şimdi İÖ 1650'lerden başlayan beş yüz yıllık süre içinde, Anadolu’nun bilinen tarihinin çoğunlukla Hitit devletinin tarihi olduğunu göreceğiz. Bu tarihin dayandığı belgelerde kralların , şu ya da bu nedenle, komşu devletlerle belli aralıklarla ilişkide olduklarından sık sık söz edilir. Ama topografya öylesine belirsiz, yer adlarını tanımak öylesine güçtür ki, göreli konumları üzerinde genel bir anlaşma bile yoktur; bu ülkelerin sınırlarının saptanması neredeyse olanaksızdır. Yunanlılar gelinceye değin, Hititlerin varlığından habersiz olduğu öteki ülke kesimlerinin tarihi olmamıştır.
Bugün bilinen Hitit tarihi iki döneme ayrılagelmiştir: Eski Krallık Dönemi (yaklaşık İÖ 1700-1500) ve İmparatorluk Dönemi (yaklaşık İÖ 1400-1200)... “Telipinu” adındaki kral( Eski Krallığın belki son kralı), devletin kuruluşuyla ilgili iradesinde ilk krallar zamanındaki gönenç ile kendisinin başa geçtiği sırada devletin içinde bulundduğu gerilemeyi karşılaştırmaktadırlar.Aşağıdaki alıntı metnin sıkça başvurulan çevirisidir: “Eskiden Labarna, Büyük Kraldı; o zaman oğulları, kardeşleri, hısım akrabası ev askerleri birlik oldular. Ülke küçüktü; ama savaşa gittiğinde, düşman topraklarını geceleyin ele geçiriyordu. Ülkeleri yıkıp güçsüz bıraktı ve denizleri onlara hudut yaptı. Çarpışmadan döndüğünde, oğullarının her biri ülkenin bir kesimine, Hupisna’ya, Tuvanuva’ya, Ninassa’ya, Landa’ya Zallara’ya, Parsuhanda’ya, Lusna’ya gitti. Kendisi ise bütün ülkeyi yönetti, büyük kentler sımsıkı onun elinin altındaydı. Sonrra Hatttuşili kral oldu.”
Bu yazıttan Labarna’nın Hitit Krallarının ilki olduğu sonucunu çıkaracak olursak, çok yakın zamanlarda bulunmuş bir yazıtla bu görüş desteklenmektedir: Labarna ile karısı Tavannanna’nın adı daha sonraki kral ve kraliçelerin sanı olmuştur. Bunun kanıtı yukarda sözü edilen metinlerin ikincisinde bulunmamtadır. Bu kez metin iki dilli bir yazıttır: Hititçe-Akadça metinde I. Labarna’dan sonra başa geçen Hattuşili’nin vasiyeti yazılmıştır. Burada Hattuşili kendinden “Hattuşaş’ın Büyük Kralı, Kussaralı Labarna Hattuşili” diye söz etmektedir. Bundan, Kussara’yı bırakıp Kaniş’i başkent seçen Anittas’ın uzun zaman önce yıktığı eski Hatti kenti Hattuşaş’ı başkent yapanın Hattuşili olduğu anlaşılmaktadır. Bu koşullarda Hittilerin kendi dillerine neden Neşaca dediklerini anlamakta güçlük çekiyoruz. (S. Lloyd,Türkiye’nin Tarihi, TÜBİTAK s: 30-32)
Telipinu’nun ele geçirdiği kentlerden bazılarının adı bugün kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde tanınıyor. Hupisna Yunan-Roma Çağının Kybistra’sıdır; Tuvanuva bugün Bor yakınında Yunan Roma çağının Tyana’sıdır; Landa ya da Yunan-Roma çağının Laranda’sı (bugünkü Karaman), Lusna Aziz pavlos’un yolculuklarındaki Lystra’dır. Coğrafi bakımdan, bu yerlerin Halys Nehrinin (Kızılırmak) güneyindeki alanda toplandıkları ve Konya ovasından doğuya Toroslara doğru uzandıkları görülüyor.Daha sonra burası Hititlerin Aşağı Ülke diye bildikleri bölge olmuştur: Krallığın en yakın eyaletleri.. Ancak Telipinu, ilk kralların “denizi sınır yaptıklarını” ileri sürmüş, bu da, karallığının ilk altı yılındaki olayları anlatan Hattuşili’nin kendi yıllıklarıyla doğrulanmıştır.
Yıllıklarının ikincisinde Hattuşuli’nin kuzey Suriye’ye ulaşmış olduğunu ve “Alalah” adının (Orontes / Asi Irmağı/ üzerindeki Tell Açana) geçmekte olmduğunu görürüz. Buraya varmak için Kilikia’dan geçmiş, Amanos Dağları’nı aşmış olmalı. Dönüş yolu üzerinde yıkıp yağmaladığı Urşu kentinin, Karkamış’ın üstünde, orta Fırat bölgesinde olduğu düşünülmektedir. O zaman daha doğrudan yol tutmuş,Alalah’ın bağlı olduğu Yamhad’ı (bugünkü Halep) atlamıştır. Krallığın üçüncü yılında Hattuşili ordusunu güneybatıya doğru batı Anadolu’nun güçlü devleti Arzava üzerine sürmüş; o bu işle uğraşırken, önceki yıl ele geçirdiği toprakların büyük bir bölümüne, şimdi adı ilk kez geçen Hurriler girmiştir. Hurriler de Hititler gibi, İÖ ikinci bin başlarında doğu Anadoluya sızmış ve kuzey Mezopotamyaya girmiştir. Asur Kralları at yetiştiriciliğini burada Hurrilerden öğrenmiştir. Arzava’ya saldırmayı bırakan Hattuşili, Hurrilerin ilerlemesini durdurmanın yollarını aramış, eski sırılarını yeniden çizinceye değin de aradan iki yıl daha geçmkiştir. Bunadn sonra Hattuşili altıncı ve son yılını, Hurrileri birleşik olarak yanlarına alan Halep kenti yöneticileriylle sonuçsuz savaşlarla geçirmiş ve bu savaşların sonunda da ağır yaralı olarak eskiden oturduğu Kussara kentine dönmüştür.
Böyle bir durumda, doğaldır ki, Hattuşili’nin vasiyetinin konusu büyük ölçüde kendisinden sonra kral olacak kişiyle ilgilidir. Hattuşili, yerine geçmesi kararlaştırılmış olan yeğeninin karakterinde kusurlar görmüştü; ona göre bunun sorumlusu kendi oğlunu yetiştiren kızkardeşiydi. Bu nedenle yeğeninin taht talebinin geri çevrilmesine, onun yerine tornu Murşili’nin kral olmasına karar verdi. İki dille tablette, kralın kararında haklı olduğunu gösterme girişimi oldukça fazla yer tutmaktadır. yaşayan dillere sözcük sözcük çevrildiğinde metinlerin çok basit bir dili olmasına karşın, insani yanları dikkati çekmektedir. Metnin bir parçasının çeviri bunu gösterecektir.
“Kral olan ben, onu divanıma çağırttım ve dedim ki: “ Bak, ileride kimse kızkardeşinin oğlunu kendi çocuklarıyla birlikte büyütmeyecek.” Kralın sözünü dinlemedi de anası olacak yılanın sözünü dinledi.... Yeter! Artık benim oğlum değil.” Bunun üzerine anası inek gibi böğürdü: “ Bedenimden canlı canlı rahmimim koparıp aldılar. Onu yıkıma uğrattılar ve sen onu öldüreceksin.” Ama kral olan ben hiç kötülük ettim mi?” Hattuşili sonra bu konuyu bırakıp, uyruklarına son bir kez uyarıda bulunurken şu sözleri söyler: “... tanrılara boyun eğerek hizmet edecekiniz. Ekmek ve şarap, etli çorba ve bulgur verdikleri törenlere katılınız..”
Murşili, iyi bir seçim olmuş gibi görünüyor. Murşili’nin ilk işi, dedesine olan bağlılılğının sonucu, Halep’te hesaplaşmak oldu. Bir Hurri ordusunun kesin yenilgiye uğratılmasından sonra, başarısından yüreklenen Murşili, doğuya Fırat’a ve ötesindeki zengin topraklara yürüdü. Mezopotamya o sırada Babil’in Birinci Hanedanının büyük Amorit krallarının egemenliğinde birleşmiş durumdaydı; ama yine de birliğin, atları ve savaş arabalarıyla kuzeyden gelen güçlü istilacıların saldırılarına karşı koyamayacak ölçüde zayıf olduğu görüldü. Babil, düştü. İÖ 1595 yılında Samsu- Ditana’nın ölmesiyle Amorit hanedanı sona erdi.Ama şimdi Hititlerin ulaşım hatları ve çok genç olan devletin siyasal olanakları gerçekten güçlerinin üstünde bir denemeden geçmişti. Kendilerini birden debdebeyle, lüksle sarılmış dünya uygarlığının böylesine büyük ve seçkin bir merkezinde, Hammurabi’nin Babil’inin efendileri olarak bulmak bu basit dağ adamlarını şaşırtmış olsa gerek. Öte yandan olağanüstü utkularının meyvelerini toplayacak durumda da değillerdi. Murşilli’nin uzun süren yokluğundan kaynaklanan siyasal sıkıntı söylentileri onu çabucak başkente dönmek zorunda bıraktı ve orada tahtta hak iddia eden Hantili, onu öldürdü.
Hititler için Hantili’nin başa geçmesi yarım yüzyıl süren siyasal ve askeri felaketlerin başlangıcı oldu. Olaylar yalnızca Hititlerin güneyde ele geçirdikleri yerlerin ellerinden alınmasıyla kalmadı, krallığın istikrarıb da bozuldu. Hurriler Hititlerin elinden Kilikia’yla birlikte güneydeki topraklarını da aldılar.(Kilikia’nın adı bundan böyle Hitit metinlerinde Kizzavadna olarak anılacaktır). Arzava’nın saldırgan ve bağımsız olmasının ardından kuzeydeki düşman kabileler Kızılırmak yayına doğru baskı yaptılar. Hititler kendilerine yönelik bu tehditten Telipinu sayesinde kurtuldular. Telipinu yetenekli ve karalı bir kraldı ve öyle görünüyor ki, hem kendi otoritesini kurmakta hem de krallığının daralan sınırlarını istikrara kavuşturmakta başarılı oldu. Başarılarının arasında Kizzuvadna’yla yaptığı birleşiklik anlaşması da vardır ki, bununla Hititler Akdeniz’e çıkmayı bir kez daha sağlama almışlardır.
Telipinu, “İrade”sinde, tahta çıkmayı düzenleyen yasaları, bir kralın yerini başka bir kralın nasıl alacağını yeniden tanımladı. Bununla ilgili parçanın, bu kez serbest çevirisi şöyledir. “.. soylular yeniden tahta bağlılıkta birleşmelidir. Kralın ya da oğullarından birinin davranışından hoşnut değillerse, bunu düzeltmek için yasal yollara başvurmalı, kendileri karar verip herhangi bir suç işlemekten kaçınmalıdırlar. Suç işleyenleri cezalandıracak en yüce mahkeme pankus ya da bütün yurttaşlar olmalıdır.
O.R. Gurney,Pankus’la ilgili yorumunda ise şöyle demektedir. Kralın “Büyük Aile” adı verilen akrabasının ayrıcalıkları olduğu ve bu ayrıcalıkların sürekli olarak kötüye kulanıldığı açıktır. devletin en yüksek makamları genellikle onlara ayrılmıştır... Bu makam sahiplerinin çoğunun adı, saray kökenli olduklarını göstermektedir. Yüksek komuta yetkisinin bu makamlarla birlikte verildiğini düşünürsek ki verilmektedir, Hititlerde Saray’dan yönetimin uzun bir geçmişi olduğunu açıkça görürüz. Görünüşe göre, yüksek rütbeli görevlilerin başkanlık yaptığı Saray dairelerinin kendi memurları vardır. Ancak metinde geçen bir sınıf insanın hangi amirinin emrinde çalıştığını her zaman bilemiyoruz... Nitekim, Hattuşili’ nin toplantıya çağırdığı meclisin “pankusun savaşçıları ve amirleri”nin, daha sonra “savaşçılar, hizmetkarlar ve soylular” diye betimlendiğini görünce, bunlarla aynı sınıfların kastedildiğini ve bu sınıfların, devlet işleri açısından, yönetici topluluğunun tümünü oluşturduğunu açıkça görürüz. Bu durum, Hititlerin ülkenin yerli halkının üstünde, dışa kapalı bir kast olduğu izlenimini destekler nitelikte görünmektedir. Gurney’in dediği gibi, kabul edilmelidir ki, “Anadolu’nun birbirinden bağımsız kent toplulukları.. Hattuşaş krallarının dehasıyla yavaş yavaş birleşerek kaynaşmış, ama gene de sonuna değin yerel meclislerini ve yerel haklarını korumuşlardır.” (S. Lloyd,Türkiye Tarihi, TÜBİTAK, s: 33-36)(atominsan.com)
|